• Stratejik
    Ortak

  • Borusan İstanbul
  • Ana
    Sponsorlar

  • Arçelik
  • Sabancı
  • Tofaş
  • Türkiye Ekonomi Bankası
  • Türkiye Finans Katılım Bankası
  • Vodafone
  • Yıldız Holding
  • Ziraat Bankası
  • Destek
    Sponsorları

  • Alarko Carrier
  • Bosch
  • Socar
  • Borusan
  • Demir Döküm
  • Dirinler
  • Hilton
  • Isuzu
  • Kayalar
  • Nart
  • Turaş
  • Viko
  • Yurtiçi Kargo

Kalkınma Modelleri ve Jeopolitiğin Geridönüşü

Francis Fukuyama - Stanford Üniversitesi Siyasal Bilimler Profesörü

Francis Fukuyamaİstanbul Sanayi Odası’na, beni İstanbul’a bir kez daha davet ettikleri için teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum. Ben artık Türkiye’yle aramda bir aile bağı olduğunu hissediyorum. Babam geçmişte Türkiye’de üç sene yaşamıştı. Kendisi bu dönemde Kayseri’nin Talas ilçesindeki Amerikan okulunda İngilizce öğretmenliği yaptı. Türkçe konuşmayı öğrendi. Tabii bu söylediklerim ben doğmadan önce oldu. Ben büyürken ise babam her zaman bana Türkiye'de geçirdiği ve çalıştığı zamanlardan güzel hatıralarını anlatırdı. Babam Türkiye’ye bir kez daha gelememiş olsa da, ben oğlu olarak bu fırsata sahip oldum. Dolayısıyla burada olmaktan çok memnunum.

Sizinle bugün dünyadaki gelişmelerde gözlenen bazı genel trendler ve mevcut alternatif gelişim modelleriyle ilgili fikirlerimi paylaşmak istiyorum. Son olarak da, Türkiye’ye ve Türkiye'nin dünyadaki konumuna ilişkin bir takım noktalara değinmek istiyorum.

Soğuk Savaş sonrasında iki dönem geçirdiğimizi düşünüyorum. Şu günlerde ise son bir yıl içinde başlayan epey zorlu bir başka döneme girmek üzereyiz. Birinci dönem, 1989’da Berlin duvarının çökmesiyle başlayıp, 2000’lerin başlarında meydana gelen 11 Eylül saldırılarına kadar devam eden dönemdi. Amerika’nın hegemonyasında geçen bu dönemde, Amerika dünyanın önde gelen askeri gücüydü. Yine bu dönemde, Amerikan savunma bütçesi, dünyadaki diğer bütün ülkelerin savunma bütçelerinin toplamından fazlaydı; Amerika’nın fikirleri ve Amerikan modeli de baskındı diye düşünüyorum.

Washington Konsensüsü Dönemi dediğimiz bu dönemde, serbest piyasa politikaları, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kurumları tarafından kuvvetle savunuluyor; ABD de bu açık ve demokratik ekonomik modeli destekliyordu. Bence dünya bu dönemden, gerçekten de ciddi oranda fayda sağladı. O sayede açık ve serbest ticaret sistemi ortaya çıktı ki bu da küreselleşmenin temelini teşkil etti. Çin ve Hindistan kuvvetli ekonomik güçler haline nasıl geldiler diye bakarsanız, o dönemdeki Amerikan politikalarının yarattığı genel küresel sonuçların bunda önemli rolü olduğunu görürsünüz.

Soğuk Savaş sonu dönemin ikinci evresi, 11 Eylül saldırılarından sonra başladı ve bu, kurucu üyeleri arasında Türkiye’nin de yer aldığı, gelişmekte olan piyasaların dönemi oldu. Bu dönemde, Sahra altı Afrika’dan Orta Doğu’ya ve tabii Doğu Asya’ya ve Latin Amerika’ya, dünyanın her köşesinde müthiş bir büyüme gözlendi. Batı’nın dışındaki dünyanın, yani gelişmekte olan piyasalar dünyasının çıktısı, küresel çıktının %30’undan %50’sine yükseldi. Bu pek çok bakımdan, Çin ve Çin’deki emtia talebinden kaynaklanan bir durumdu.

Ağırlıklı olarak ihracata dayalı bu modelin dünyanın geri kalanının çoğuna, Latin Amerika’ya ve Afrika’ya etkisi olumlu oldu. Ancak diğer taraftan da, kalkınmanın yapısı açısından dengesizlikler ortaya çıktığının da altını çizmeliyim. Latin Amerika’da ve Afrika’da refahın çoğunluğu, Çin’e hammadde ve emtia ihracatından elde edildi. Pek çok yerde, bir üretim merkezi olarak Çin’in baskınlığı, gelişmekte olan dünyanın diğer bölgelerinin sanayiden uzaklaşmasına sebebiyet verdi. Pek çok açıdan talihsiz olan bu sonuç, Batı dünyasının ve ABD’nin 1960’larda Latin Amerika üzerindeki etkisine benziyordu. Bu konuda pek çok teorisyen, dünyanın sanayileşmiş kısmının dünyanın geri kalanını kendilerine bağımlı kılacakları, onları ancak katma değer zincirinde ileriye gitmeyecek emtia üretebilecekleri bir sistem içerisine sokacakları görüşündeydiler.

Bu gelişmekte olan grubun arasında bulunan Türkiye'deki modelin çok farklı olduğunu söylemeliyim, çünkü Türkiye’nin başlıca faaliyeti, emtia ihracatı olmamıştır. Bu organizasyonun, Sanayi Odası’nın gücü, çok daha dengeli bir ekonomik modelin kanıtıdır. Türkler son derece girişimciler. Üretim Türkiye ekonomisinin çok önemli bir parçasını oluşturuyor. O açıdan, Türkiye aslında Brezilya’nın veyahut Orta Doğu ve Afrika’nın petrol ihraç eden ülkelerinin karşı karşıya kaldığı pek çok güçlüğün önüne geçmiş oldu.

Sizin modelinizle ilgili de birtakım sorunlar söz konusu olduğu düşünüyorum; bunlara konuşmamın sonunda geri döneceğim. Türkiye'deki model, büyük çoğunlukla yabancı yatırıma dayalı. Bu sabah da bahsedildiği gibi, yurtiçi tasarruf oranınız oldukça düşük ve zannediyorum ki insan sermayesine yatırım da yeterince olmadı. Buna rağmen, Türkiye son 10-15 yıl içinde gerçekten müthiş bir ekonomik performans sergiledi. Bu başarı bu salondaki pek çok kişinin katkılarıyla mümkün oldu; bunun için sizleri tebrik ediyorum.

Şimdi ise Soğuk Savaş sonrası birtakım somut farklılıklar gösteren üçüncü döneme giriyoruz. Bu dönemde, kalkınmada gelişmekte olan piyasaların baskın olduğu evrenin yavaş yavaş sonuna geldiğini düşünüyorum. Başta Çin olmak üzere, gelişmekte olan piyasaların hepsinde bir yavaşlama gözlüyoruz. Bu ülkelerin önemli bir kısmı, Çin’in ihracat piyasasına bağımlı halde var olduğu için, geri kalan tüm ülkelerde de bir yavaşlama yaşanıyor; buna Brezilya ve Hindistan gibi santral ekonomileri de dahil.

Bugünlerde yaşanan bir başka önemli gelişme de Amerika ve Avrupa’nın bir toparlanma sürecinde olması. Zira Soğuk Savaş sonrasının ikinci dönemine denk gelen 2007-2008 yıllarında, Amerika ciddi bir finansal kriz yaşadı. Çok ciddi etkiler yaratan bu krizde, ülke kaldıraç oranını azalttı, istihdam oranını artırmaya çalıştı. Avrupa’da ise, bildiğiniz gibi, Euro üzerinden çok ciddi bir krizle karşı karşıya kalındı.

ABD’nin şimdilerde toparlanmaya başladığı kanaatindeyim. Bu Amerikan ekonomisinin inovasyona sürekli açık olması sayesinde mümkün oldu. Amerika’nın bugünkü ekonomik döngüler içinde güçlü bir kalkınma sergilemeye devam etmesinde en önemli sebep bu oldu. ABD şimdiden ham petrolde net ihracat yapan bir ülke haline geldi. Hepinizin bildiği gibi, kaya gazı devrimi, hem olağanüstü girimcilik faaliyetleri, hem de teknolojik inovasyon sonucunda mümkün oldu. Amerika’nın gaz ihracatında göstereceği kaçınılmaz ilerlemenin, bu bölgedeki politikayı da değiştireceğini düşünüyorum. Bu durum, jeopolitik düzeni pek çok temel açıdan değiştirecektir. Bildiğiniz gibi, Stanford Üniversitesi’nden geliyorum. Burası Silikon Vadisi’nin göbeğinde yer alan bir üniversite ve Amerikan bilgi teknolojisi endüstrisi, inovasyonda küresel liderlik konumunu sürdürüyor.

Bu içine girdiğimiz üçüncü dönemin rahatsızlık veren tarafı ise jeopolitiğin geri dönüşü oldu. Zira ilk defa Çin ve Rusya gibi iki büyük gücün, son bir nesilde dünyayı karakterize eden bölgesel anlaşmayı revize etme konusundaki istekliliklerini açık bir şekilde ifade ettiklerini görüyoruz. Rusya, eskiden Sovyetler Birliği olarak adlandırılan politik birimle ilişkilerini bir anlamda yeniden geliştirme yönünde çaba gösteriyor. Çin ise Doğu Asya’nın belli kesimleri üzerinde önceden görülmemiş bir hakimiyet iddia etmeye başlıyor. İş dünyasının, yalnız buradaki değil, ABD’de, Avrupa’da ve Asya’daki iş dünyasının, bu değişimin getirdiği askeri çatışma tehlikesinin yeterince farkında olmadığını düşünüyorum. Bu konuya ileride geri dönecek, spesifik olarak Rusya ve Çin’den bahsedecek ve önümüzde bu bakımdan ne gibi zorluklar olduğunu ele alacağım.

Şimdi kalkınma modellerinden bahsetmek istiyorum. Gelişmekte olan piyasalar dönemi dediğim ikinci dönemin karakteristik özelliklerinden biri, ABD’nin temsil ettiği kapitalizmin bir anlamda tahtından indirilmiş ve yerini, pek çoklarının gözünde alternatif bir model olan Çin modelinin almış olmasıdır. Bu kalkınma biçiminin de elbette ki çok cazip yönleri bulunuyor.

1,3 milyar nüfusa sahip çok büyük bir ülke olan Çin, ekonomide insanlık tarihinde emsali görülmemiş bir mucize gerçekleştirdi. Bu kadar kısa bir sürede yoksulluğun bu denli azaltılması ve bu boyutta bir ekonomik büyüme sağlanması, Singapur veya Norveç gibi küçük yerlerde periyodik olarak yaşanabilir tabii. Çin kadar büyük bir ülkede bunların başarılmasında ise Çin Komünist Partisi’nin bu alandaki harikulade siyasi kılavuzluğu önemli rol oynadı. Otoriter hükümetle kısmen piyasa odaklı ekonominin bu şekilde birleşiminden doğan pek çok avantaj bulunuyor. Çin bu sayede kararlarını çok çabuk verebiliyor.

Çin aynı zamanda, altyapıya yatırım yapabilme yeteneğiyle meşhur bir ülke. 2007-2008 krizinden bu yana Çin’de ekonomik büyümenin yüksek seyirli devam edebilmiş olmasının nedenlerinden bir tanesi, hükümetin alt yapıya ciddi kaynak ayırması oldu. Hindistan’a baktığınızda ise arada çok ciddi bir fark olduğunu görüyorsunuz. Bu dönemde Hindistan’da pek çok bakımdan bir nevi felç yaşandı; ülke altyapısının kalkınma gerekliliklerini karşılayacak düzeyde olmadığını düşünüyorum.  Çin’deki siyasetin otoriter yapıda olması ise başka ülkelerde kanun hükmünde ve demokrasi ile mümkün olmayan pek çok şeyi mümkün kılıyor.

Ancak, Çin modelinin, uzun vadede getireceği yükümlülükler dolayısıyla, çok da sürdürülebilir olacağını düşünmüyorum. Önümüzdeki 10 yıl içerisinde değil de, bundan 10-20-30 yıl sonra hangi ülke daha iyi durumda olacak diye sorarsanız, ben şahsen pek çok sebepten dolayı bunun Çin olmayacağını söyleyebilirim. Bunların pek çoğu ekonomik nedenler. Sanırım hem Çinliler, hem de Çin yönetimi de eski, ihracata dayalı modelin yerine, daha çok iç tüketime dayalı modele geçme gerekliliğinin farkındadır. Ancak bu geçiş çok da kolay olmayacaktır, çünkü Çinlilerin orta gelirden yüksek gelir düzeyine çıkabilmek için ciddi engeller aşmaları gerekmektedir.

Örneğin, Çin’de hala kırsal kesimde, yoksulluk içinde yaşayan 400-500 milyonluk bir çiftçi nüfusu bulunuyor. Çinlilerin pek çoğu, bu insanları faydalanabilecekleri bir artık emek havuzu olarak görüyor, ancak benim görüşüme göre bu doğru değil. Bu halen kırsal kesimde yaşamakta olan 400-500 milyon Çinlinin ortalama eğitim seviyesi ilkokul 4’üncü sınıf düzeyinde. Hükümet, bu insanları kırsal kesimden alıp, zorunlu kentleşme planı çerçevesinde inşa ettiği apartman dairelerine yerleştirse bile, bu eğitim seviyesinde onları istihdam edemez. İhracat piyasasını beslemek ve genişletmek için beceri seviyesi düşük işgücü kullanılmasına dayalı bu modelin işlemesi mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla, Çinlilerin yapmaları gereken yatırımların çok daha zorlu olduğunu düşünüyorum. Zira iş yalnızca bu kesimin eğitilmesiyle kalmayacak, orta sınıf Çinlilerin de sistemin şimdiye kadar kendilerine sunmadığı, açık düşünmeye ve sorgulamaya yönelik bir eğitim alması gerekecektir.

Bu ekonomik zorlukların ötesinde, çok büyük siyasi yükümlülükler olduğunu düşünüyorum. Çin’deki otoriter hükümetin elindeki avantajlardan biri kararlılığı; zor kararları çok çabuk verebilme yeteneğidir. Çinlilerin Deng Xiaoping önderliğinde piyasa odaklı ekonomilere geçmeleri de bu sayede olmuştur. Ancak, bu hükümetin çok güçlü çıkar grupları tarafından sınırlandırıldığı yönünde giderek kuvvetlenen kanıtlar var. Çin hükümetinin daha piyasaya odaklı bir ekonomiye yöneleceklerini ilan etmesiyle, kamu iktisadi teşebbüslerinin küçülmesi gerekecek. Tabii bunlar çok güçlü aktörler ve Çin’de komünist partinin diktatörlüğü söz konusu olmasına rağmen, partinin çıkar grupları karşısında yeterince etkili olup olamayacağını bilmiyoruz. Xi Jinping’in bu konuda başarı sağlayıp sağlayamayacağını, partinin yakın zamanda düzenlenecek 18’inci kongresinde göreceğiz; ancak şu anda bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün değil.

Çin’in büyüme modeli içerisinde gizli pek çok yükümlülük bulunuyor. Çin’in Çevre Koruma Dairesi yakın zamanda bir çalışma yayınlayarak, Çin’deki tarım toprağının %20’sinin endüstriyel kirlilikten dolayı gıda üretiminde kullanamayacak halde olduğunu belirtti; %20 diyoruz, yani topraklarının beşte biri. Çin’de bunun ötesinde, sağlık ve üretim açısından çok ciddi maliyetler söz konusu. Hükümetin son nesildeki tek hedefi büyüme olduğu için, geri kalan her şey ihmal edilmiş. Bunun birincil sonucu da, Pekin ve Şanghay kentlerinde hava kirliliği olarak kendini göstermiştir.

Ayrıca ciddi bir meşruiyet sorunu da var. Çin hükümeti halen, yönetim şeklinin temelinde Marksizm ve Leninizm olduğunu iddia ediyor; bazen de geleneksel Konfüçyüsçü değerlerden ya da Çin’in ulusal değerlerinden bahsediyorlar ki bunların Marksizm ve Leninizmle bağdaşmadığını da eklemek lazım. Halbuki, meşruiyetlerinin dayandığı asıl unsur performans. Ekonomik büyüme üst seviyede kaldığı, insanlar iş bulabildiği sürece, partiyi memnuniyet ve hevesle desteklerler diye düşünülüyor. Ancak bu büyüme sonsuza kadar devam etmeyecektir, edemez de. Çin’in büyüme oranları daha şimdiden %7,4 e düşmüş durumda. Ülkeye dışarıdan bakan ekonomistler, bu on senelik dönemin ileriki yıllarında %5 ila 6’dan fazla yıllık büyüme sağlamalarının mümkün görünmediğini söyleyeceklerdir. Bu da Çin’de iş yaratma konusunda ciddi bir düşüş yaşanacağı anlamına geliyor. İşte Çin hükümeti de tam bu noktada orta sınıf sorunuyla karşı karşıya kalacaktır.

Benim görüşüme göre, orta sınıf dünyanın her yerinde hem siyasi değişimin, hem de siyasi demokrasinin lokomotifidir. Kültürel farklılıklara bağlı değişim göstermeyen bu gerçek, Arap dünyası için de geçerlidir, Latin Amerika ve Doğru Asya için de. Eğitimli ve korumaları gereken bir malvarlığına sahip olan orta sınıfın siyasete yaklaşımı, fakir kesimden farklıdır. Böylesi bir orta sınıf, malvarlığının hükümet tarafından çalınmasını istemez; siyasi yolsuzluk gibi meselelerle ilgilenir, vergi öder ve yıkıcı yaklaşımlar benimseyen hükümetlere rıza vermeyebilir. Özellikle de orta sınıfı yeni oluşmuş ve beklentileri büyük süratle yükselmiş ülkelerde, siyasi katılım yönünde yeni talepler ortaya çıkmaya başlar. Eski hocalarımdan Samuel Huntington bundan çok sene önce, hemen hemen tüm siyasi devrimlerin orta sınıfın yükselişiyle gerçekleştiğini savunmuştu. Çin’de ise 300-400 milyon nüfuslu bir orta sınıf tabakasından bahsedebiliriz. Bunlar Twitter’ın Çin’deki muadili olan Sina Weibo üzerinden birbiriyle iletişim halinde olan, bu konuda izinleri olmasa da örgütlenme talepleri sürekli büyüyen, her şeye rağmen taleplerde bulunan kişiler. Çin hükümetinin de bu sınıfın taleplerine cevap vermesi gerekiyor.

Dolayısıyla, bu büyük ülkenin gelecekteki siyasi istikrarı, bir anlamda, Çin’in zenginleşme ve sosyal olarak gelişip bir orta sınıf toplumuna dönüşme sürecinde bu taleplere ne kadar cevap verebileceğine bağlıdır. Bu durumda, orta sınıf azınlık değil, çoğunluğun sınıfı olacaktır. Bu tip bir ülkenin farklı bir siyasi sistem gerektirdiğini düşünüyorum.

Bu konuda son olarak şunu söylemek istiyorum. Bu sorun, Çinlilerin geçmişte de karşılaşmış oldukları ve adına “kötü imparator problemi” dedikleri, klasik bir sorundur. İyi bir hükümdarın yönetimindeki otoriter bir hükümet, demokrasi ile yönetilenden çok daha hızlı ilerleyebilir ve pek çok harikulade başarıya imza atabilir; süratle karar alabilir; çıkar gruplarının ve süregelen çıkar ilişkilerinin üstesinden gelebilir. Buradaki tek sorun, iyi bir hükümdarı nereden bulacağınızdır. Başa sürekli iyi hükümdarların geçmesini nasıl sağlayacaksınız? Çin’de 1978 yılından, yani Deng Xiaoping’in ekonomi reformunu başlattığı dönemden bu yana, genel anlamda oldukça iyi liderlerin başa geçtiğini söyleyebilirim. Ancak, bu sistemin kötü bir liderin başa gelmesi durumunda ayakta kalma şansı yok. Karizmatik bir liderin gelip de, Çinli liderlerin son dönemde koyduğu ortak kurallara uymak istememesi halinde, sistemlerinde bunu önleyici bir unsur bulunmuyor. Zannediyorum ki bundan birkaç sene önce Chongqing’in lideri Bo Xilai’ın görevden alma gereği duymalarının sebeplerinden biri de buydu. Tabii bu sorun anayasal bir hükümetin olmamasından kaynaklanıyor. Başa kimin geçeceğini belirleyen ve de iktidar sürelerini düzenleyen açık kurallar olmadan, otoriter hükümetlerin sorun yaşamaları ve kötü liderler çıkarmaları kaçınılmazdır. Bu Çin sisteminin gelecekte çözüm bulması gerekecek yükümlülüklerinden biridir.

Şimdi spesifik olarak Çin sistemini bir kenara koyup, daha genel bir tartışmaya geçmek istiyorum. Ekonomik bir sistemle siyasi bir sistem arasında nasıl bir ilişki olduğu konusuna değineceğim.

Tarihsel olarak baktığımız zaman, liberal bir demokrasinin, demokratik seçimler üzerinden halkına hesap verebilir meşruti bir hükümetin olması, yalnız kısa vadede değil, uzun vadede de var olacak yüksek gelirli, müreffeh toplumların yaratılmasında çok önemli olmuştur. Zannediyorum, pek çok diğer tarihçinin, uzmanın ve ekonomistin vardıkları ortak sonuç da budur.

MIT ve Harvard’lı ekonomistler Daron Acemoglu ile James Robinson’ın yakın dönemde kaleme aldığı Why Nations Fail [Ulusların Düşüşü] kitabının temel savına tamamen katılıyorum. Buna göre, ekonomik sistemde açıklık için, siyasi sistemde de açıklık olması gerekir ve bunun tersi de doğrudur. Yine aynı kaynağa göre, demokratik siyasi kurumlar olmadan, ekonomik büyüme oranlarını yüksek tutmak, uzun vadede mümkün değildir.

Bugün burada Türkiye'de konuşurken, doğru türde siyasi kurumlar ile ne kastettiğimi açıklamak istiyorum. Burada salt demokrasiden değil, liberal demokrasiden bahsediyorum. Liberal demokraside, seçimlerde hesap verilebilirlik sağlayan mekanizmalar işletilir, seçimler adil ve özgür biçimde, çok partili olarak düzenlenir. Liberal demokrasi aynı zamanda, hukukun üstünlüğünün sağladığı liberal garantiler ile bireysel hakların ve çoğulculuğun sistemin bütünü içerisinde korunması demektir. Dolayısıyla, gerçek anlamda liberal bir demokraside, bir seçimde elde edilen çoğunluk üzerinden azınlıkların hakları çiğnenemez. İyi bir liberal demokraside, gücün dağıtılması çok önemlidir. Ancak demokratik bazı sistemlerde bile gücün bir noktada çok fazla odaklanması söz konusu olabilir. Dolayısıyla burada bizim bahsettiğimiz sistemde, yalnızca demokratik hesap verebilirlik sağlanmakla kalmayıp, hukukun üstünlüğüne riayet edilmeli ve siyasi sistem içinde gücün dağıtılması gerektiğinin idrakinde olunmalıdır.

Daha önce de bahsettiğim gibi, ekonomik açıklık ve siyasi açıklığın birbirini destekliyor olmasının çok önemli sebepleri vardır. Örneğin, aşırı bir siyasi güç odaklanması söz konusu olursa, bu, ekonomide rant arayışının artmasına sebebiyet verir; yani kişiler hükümete yakın durarak başarı elde ederler. Bu otoriter rejimlerin kendilerini muhafaza etmesi için klasik yöntemdir.

Bu durum, belli bir dönem ekonomik büyümeye ve muhakkak belli kişilerin bu sistem sayesinde zengin olmasına imkan sağlayacaktır. Ancak bu sistem sürdürülebilir ekonomik büyüme açısından uzun soluklu olamaz. Çünkü böyle bir sistemde, girişimcilik enerjisi yeni teknolojilere, yeni şirketler kurulmasına, gerçek anlamıyla yeni değerler yaratmaya sevk edilmez. Bunların yerine siyasete, siyasi sistemin oyunlarına, rakipler karşısında avantaj kazanmaya sevk edilir. Hükümetin ekonomik konularda çok büyük rol oynadığı böylesine bir sistem içinde ise insanların istediği, genelde rekabetten korunmaktır. Rekabeti ortadan kaldırdığınız zaman da, ekonomik olarak kendinizi uzun vadede daha düşük bir büyüme oranına mahkum etmiş olursunuz. Zira inovasyonu ve gerçek anlamda girişimciliği, ancak ekonomik rekabet meydana getirir. Siyasi gücün bir noktaya odaklanması, ekonomik büyüme açısından tehlikelidir.

Buna karşılık, açık ekonominin olmaması da, siyaset açısından kötüdür. Zira özel sektör, özel istihdam ve özel işverenler, sivil toplumun hayati önem arz eden parçalarıdır. Kuvvetli bir iş sektörünüz yoksa, hükümetle denge oluşturacak karşı bir gücünüz yok demektir. Kişilere bağımsız olabilme, kendi fikirlerine sahip olma, yeni işyerleri açma ve böylece bu özgürlük seviyesini muhafaza edebilme imkanı sağlayan özel sektördür. Dolayısıyla, dünyadaki bütün gerçek demokrasiler, bu salonda temsilci olarak bulunan kişilerin varlığına bağlıdır; yani gerçek anlamıyla bağımsız ve hükümetin alanının tamamen dışında zenginlik yaratan bir özel sektöre.

Bu tür bir bağımsızlığın bir başka açıdan da önemli olduğunu düşünüyorum; o da güven. Bu, daha önce üzerine yazılar kalem aldığım ve bence herhangi bir ekonominin gelişiminde halen son derece önemli rol oynayan bir konu. Güven, ekonomik faaliyeti kolaylaştıran unsurdur. Güven olmazsa, işlem maliyetleriniz ciddi şekilde artar. Yönetimle işgücü birbiriyle geçinemiyorsa, hükümet özel sektöre ya da özel sektör hükümete güvenemiyorsa, o zaman bütün enerjinizi ekonomik faaliyetler yerine, bu çatışmaları aşmaya sevk edersiniz.

Bu durumda sorulması gereken soru şudur: Toplum güven duygusunu ne şekilde artırır? Bu güvenin kendiliğinden gelişiminden bahsediyorsak, bu cevap vermesi çok zor bir sorudur. Çünkü bu tür bir güven çoğunlukla din, sosyal sermaye ve kolaylıkla manipüle edilemeyecek diğer başka unsurlar sayesinde meydana gelir. Halbuki, güven tesis etme konusunda, hükümetlere de önemli bir rol düşer. Bu da hukukun üstünlüğüyle ilgilidir.

Fırsatçılığın, yolsuzluğun ve suçun yüksek seviyede olduğu, güven düzeyi düşük toplumlara bakacak olursanız, burada hemen her zaman hükümetin hukukun üstünlüğünü tarafsız ve etkin bir şekilde uygulamada eksik kaldığını görürsünüz. Eğer kişiler ticari anlaşmazlıkların çözüme bağlanması için mahkemelere başvurabiliyor ve hükümetin belli bir sınıfa yanlı davranmadığına inanabiliyorlarsa, o zaman sisteme güvenirler; o zaman iş yapar, anlaşmalar imzalar, yatırım yaparlar. Ama o tarafsızlık bozulmuşsa, eğer hükümet belli gruplara diğerlerine göstermediği imtiyazı gösteriyorsa, o zaman gerçek anlamda girişimcilik değil, yalnızca kâr edinmeye yönelik içerden politika devreye girer. Dolayısıyla, güvenin tesis edilebilmesi için temelde tarafsız hukuk üstünlüğü olması çok önemlidir.

Yeri gelmişken; Çin ve pek çok başka ülkedeki gibi Türkiye’de de, iş dünyasının tarihsel olarak çoğunlukla aile şirketlerine dayalı olduğunu biliyorum. Bu noktaya benden önce yapılan bazı konuşmalarda da değinilmişti sanırım. Aile şirketi olmaktan çıkarak ileri bir aşamaya geçen işletmelerin karşılaştığı en büyük zorluklardan biri, kurumsallaşarak, profesyonel yöneticilerin olduğu bir hiyerarşi oluşturmak, kamuya açılmak, iş alanı içerisinde gayrişahsi kurumlar oluşturmaktır. Bu da hukukun üstünlüğüne taraflı bir yaklaşımla mümkün değildir; kamu sektörü olmadan aile ve yakın dostlarınızdan öteye geçemezsiniz, çünkü bunlardan başka kimseye güveniniz yoktur. Bu da kalkınmanın önemli bileşenlerindendir.

Şimdi de gelişmiş dünyadan bahsetmek istiyorum. Sözlerimle, Türkiye ve gelişmekte olan dünyanın geri kalanı sorunlarla boğuşurken, Amerika ve Avrupa’da her şeyin yolunda olduğu izlenimini bırakmak istemem, çünkü işin iş yüzü öyle değil. Bir Amerikalı olarak, son on senenin insanı kendine getiren bir deneyim olduğunu söylemeliyim, zira ABD’nin son birkaç yıl içinde çok ciddi hatalar yaptığını düşünüyorum.

Anglosakson veya neo-liberal dediğimiz ekonomik modelin orijinali, Washington’un 1980’lerden, 90’lara ve 2000’lere kadar şiddetle desteklediği bir modeldi. Yine dediğim gibi, bu model, evet bir taraftan küreselleşmenin temelini attı; çok ciddi anlamda uluslararası refah yarattı; ancak bazı sorunları da yok değildi. Bu sorunların varlığını, Amerika’da meydana gelen finansal kriz sonucunda çok ağır bir şekilde idrak ettik.

Örneğin, pek çok ekonomist, büyümeyi azami seviyeye çekmek için açıklığın, serbest piyasaların gerekli olduğunu söylemiştir. Bence bu gözlem, ekonominin reel sektörü için halen geçerlidir, çünkü insanlar reel sektörde gerçek ürün ve hizmetler veriyorlar. Ancak finans sektöründe, bu tam da böyle işlemez. Finans sektörünün az bir denetlemeyle, kendi araçlarıyla kendi kendini regüle edebileceği, aşırı bir risk söz konusu da olmayacağı fikri, ABD’de emlak piyasalarında yaşanan mortgage kriziyle, Batı Avrupa’da ise Euro kriziyle başka şekillerde çürütülmüş oldu.

Finans sektörü, reel sektörden çok farklıdır; burada sermaye birçok bakımdan verimli bir şekilde dağıtılmaz. Şişkinlikler, aşırılıklar, yatırım fazlaları ve dolayısıyla dalgalanmalar söz konusu olur. Türkiye’nin yabancı sermayeye ne denli bağımlı olduğunu göz önüne alırsak, bütün bunların Türkiye için de önemli olduğunu söyleyebiliriz. 90’larda yaşanan sterlin krizi başta olmak üzere, Asya’da yaşanan finansal kriz ve daha sonra 2000’lerde Wall Street’te yaşanan mortgage krizi gibi pek çok kriz, böyle dalgalanmaların sonucunda ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla, finans sektörünün sıkı bir düzenlemeye ihtiyacı olmadığı fikri, sanırım getirdiği sonuçlar itibariyle artık pek de geçerli değil.

Amerikan politikası için talihsiz durumlardan biri de, bankacılık sektörünün bu kadar güçlü olması sebebiyle, bu sektör için gerekli seviyede düzenleme yapılmasının epey zorlaşmasıdır. Bu modelin yol açtığı diğer sorun ise gelir eşitsizliği ve yok olan orta sınıfla ilgili. Bunlar da yine, bir anlamda herkesin kontrolünün dışında gelişen küreselleşme ve teknoloji gibi faktörlerin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Ancak meselenin özüne baktığımızda görüyoruz ki zaman içinde, kapitalist büyümeden ülkede giderek çok daha az kişi, daha küçük bir azınlık fayda sağlar oldu. Toplu büyümenin taşma etkisi ise giderek azaldı ve kanaatimce en çok finans sektöründe yoğunlaştı.

Söylediğim gibi, bu gelişmelerin çeşitli boyutları var; örneğin teknoloji boyutu hakkında elimizden çok da bir şey gelmiyor. Silikon Vadisi’nde görevli risk sermayedarı olan arkadaşlarımdan biri, oradaki bütün meslektaşlarının sabahlara kadar Amerikan ekonomisinin diğer alanlarındaki iş olanaklarının nasıl yok edilebileceğini düşündüklerini söylemişti. Maalesef durum gerçekten de böyle. Tabii teknolojinin gelişmesi sonucunda, düşük vasıflı işgücünün, hatta bugünlerde orta ve daha yüksek vasıflı işgücünün işten çıkarılıp, yerine akıllı makinelerin geçtiğine daha çok rastlar olduk.

Bu açıdan bakıldığında, Almanya, İskandinavya, Hollanda ve İsviçre gibi diğer Avrupa ülkeleri, kişileri bu gibi güçlerden koruyacak birtakım sosyal güvenlik ağlarını sürdürme konusunda biraz daha başarılı oldular. Ancak yine de henüz hiç kimsenin, artan bu eşitsizliklerle genel ekonomik büyümeyi baltalamayacak şekillerde başa çıkabilmeyi sağlayacak denli doğru bir model geliştirebildiğini düşünmüyorum.

Amerika konusunu şöyle noktalamak istiyorum: Bana göre, şu anda siyasi sistemimizde çok ciddi bir kutuplaşma söz konusu. Bu konunun detaylarına burada çok fazla girmeyeceğim ama bunun biz Amerikalıların aşması gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Ancak genel olarak konuşursak, ABD’nin bir politik krizle karşı karşıya kaldığında, son dakikaya kadar bir çözüme varamadığını görüyoruz. Ben halen bütçe önerilerini meclisten geçiremememiz gibi örneklerde bu durumu yaşayacağımızı düşünüyorum. Tabii zaman gösterecek.

Avrupa Birliği meselesine çok zaman ayırmayacağım; çünkü zannediyorum ki Türkiye’deki herkes Euro krizine yol açan kurumsal zorluklardan ve bunlarla ne şekilde başa çıkılması gerektiğinden az çok haberdar.

Şimdi; bu dış kaynaklı şoklara, jeopolitiğin geri dönüşüne ve bunu neden tehlikeli bulduğuma dönmek istiyorum. 1991 yılına geri dönersek; Sovyetler Birliği çöktüğünde, bu bir nevi siyasi mucize olarak kabul edilmişti. Pek çok kişi, Sovyetler Birliği’nin çökmesi sonucunda büyük bir Yugoslavya oluşacağı düşüncesindeydi. Çünkü Rusya Federasyonu’nun sınırları dışında mahsur kalmış çok sayıda Rus bulunuyordu. Halbuki, bunun tam tersine bir gelişme oldu. Sadece Rusların bulunduğu ülkeler için değil, Rusların kendileri için de şaşırtıcı ölçüde ılımlı gelişmeler yaşandı. Bu sayede Ruslar, jeopolitik ağırlıklarında çarpıcı bir azalma yaşandığını ve Rusların Rusya’nın sınırları dışında yaşayabileceğini kabullendiler. Sanırım Kırım’ın ilhakının önemi, bu durumu tamamen tersine çevirdi. Çünkü Rusya ve Putin tüm bu Rus nüfuslara,  “eğer yaşadığınız ülkeden memnun değilseniz, o zaman bağımsızlık hakkınız ve Rusya’dan destek isteme hakkınız var” demişti. Putin’in nihai hedefi nedir, Ukrayna’da halihazırda yaşanan kriz konusunda nasıl davranır, bilemiyorum. Ancak korkarım ki kendisi, yalnızca Ukrayna’da değil, etnik Rus nüfusunun kalabalık olduğu Moldova, Baltık devletleri, Orta Asya, Kazakistan, ve Özbekistan gibi diğer tüm ülkelerde de iç dinamiklerini açığa çıkarmış durumda. Putin’in temelde söylediği ise tüm buraların artık potansiyel olarak erişilir olduğu.

Dolayısıyla bunun dünyanın bu bölgesinde şu anda yaşanan ve istikrarı bozan önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Sanırım bu NATO gibi örgütlerin aslında hiç de anlamsız örgütler olmadığı anlamına geliyor ki Baltık Devletleri ve Polonya gibi ülkeler de artık NATO üyesi. Üstelik, daha en kötüsünü görmedik diye düşünüyorum. Şahsen, Ukrayna’daki krizin yakın bir gelecekte çözümleneceğini sanmıyorum.

Doğu Asya’ya dönersek, farklı bir durumla karşı karşıyayız. Ben Çin’in, Rusya gibi rövanş alacak bir güç haline geldiğini sanmıyorum. Yine de çok büyük bir güçtür. Uluslararası ilişkilerde bir teori vardır; bir ülkenin hırslarının gücü ile birlikte büyüdüğünü savunur. Çin’deki askeri ve ekonomik dengeler değiştikçe, hırsları da elbette ki büyümüştür. Bundan on yıl önce, Çin gülümseyen bir diplomasi yürütüyor; hiçbir komşusunun saldırgan emelleri olmaması için elinden geleni yapıyor, pek çok komşusuyla sınır anlaşmazlıklarını olumlu koşullarda, barışçıl bir şekilde çözümlemeye çalışıyordu.

Amerika’da finansal krizin yaşandığı 2007-2008 yıllarında bir şeyler oldu. Amerika birdenbire çok zayıf görünmeye başladı; Çin ise bu krizden hiç olmadığı kadar güçlü çıktı. Gülümseme diplomasisi, birdenbire bir bölgesel egemenlik mücadelesine dönüştü. Buna örnek olarak, dokuz çizgi hattı denilen bölge meselesini, ya da Japonya’yla Doğu Çin Denizi’ndeki Senkaku adaları üzerine bugünlerde düşülen anlaşmazlığı gösterebiliriz.

Eğer bunlara salt hammadde ile ilgili meseleler olarak bakılırsa, gerçekte neler olduğu anlaşılamayabilir. Esasında burada, ulusal kimliğin ortaya koyulması söz konusu. Hatta bütün bu bölgede meydana gelen en rahatsızlık verici durumun, milliyetçiliğin hızlı bir yükselişe geçmesi olduğunu  söyleyebiliriz; bu Japonya’nın yanında, Çin ve Kore’de de gözleniyor. Ne yazık ki milliyetçiliğin bu ülkelerden birinde yükselişe geçmesi, diğerlerinde de benzer bir hareketi tetikleyecektir.

Dolayısıyla, henüz sonuca bağlanmamış olan bu uzlaşmazlıkların çözüme kavuşturulmasının çok da kolay olacağını sanmıyorum; zira mesele, ekonomik kaynakları bölmekten ibaret değil. Mesele Doğu Asya’nın patronunun kim olacağı meselesidir. Yakın zamanda Çin ile Vietnam’ın sahil güvenliğinin Güney Çin Denizi’nde karşı karşıya geldiği olayda bunun bir örneğini gördük ve sanırım ileride bu gibi olaylara daha çok şahit olacağız. Ben şahsen Çin hükümetinin pervasızca davrandığını, ya da kasten savaş başlatmak üzere hareket ettiğini düşünmüyorum; ancak aynı Rusya örneğinde olduğu gibi, halka böyle bir baskı yaptığınızda ve bu tür bir milliyetçilik ortaya çıktığında, liderlerin mantıklı davranması ya da olayları kontrol altında tutması o kadar kolay olmayabilir. Bu mutlaka yakından izlenmesi gereken bir durumdur ve küresel istikrar açısından çok sayıda sonucu olacaktır.

Dünya tarihinin son 30 yılı, genel istikrar bakımından olağandışı geçti. Bu dönem; Afrika’da olan savaşlara, Arap Baharı’na ve büyümeye devam eden anlaşmazlıklara rağmen, Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin Avrupa’sındaki muhteşem bir ekonomik büyümenin yaşandığı o ortamı andırıyor. Tek sebebi de, küresel bir siyasi istikrar yaşanması. Ancak istikrarsızlık kaynaklarını henüz tamamıyla kuruttuğumuzu düşünmüyorum.

Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin neredeyse yüzüncü yılına gireceğiz ve sanıyorum benim gibi pek çok kişi, Çin’in yükselişi ile Almanya’nın 1914 yılı öncesindeki yükselişi arasında bir benzerlik kurmuşlardır. Birtakım farklılıklar olduğu inkâr edilemese de, ben de bu benzerliğin doğru tespit olduğunu düşünüyorum. Çin de, Almanya da açıkça saldırgan güçler değillerdi. Ancak büyük güçlerdi ve ulusal çıkarları söz konusuydu; güçlendikçe o çıkarları bütün dünyaya karşı savunma konusunda daha da ısrarcı hale geldiler. 1914 öncesinde İngiltere ve Fransa örneğinde olduğu gibi; günümüzde ABD, Japonya ve diğer Doğu Asya güçleri, küresel güç dengesinde yaşanacak bu değişime çok da kolay ayak uyduramayacaktır. Dolayısıyla bu idare etmesi çok zor bir mesele olacaktır.

Son olarak da, bütün bunların Türkiye'ye yansımalarına değinmek istiyorum. İlk olarak değineceğim genel noktayı, daha önce de belirtmiştim. Türkiye'nin ekonomik büyümesinin ve ekonomik modelinin sürdürülebilirliği, Türkiye'de demokrasinin ve siyasi kurumların sürdürülebilirliğine ve güçlendirilmesine bağlı olacaktır. Çünkü daha evvel de söylediğim gibi, rekabette siyasi açıklık, ekonomik açıklığı destekler; ekonomik açıklık ise siyasi açıklığı. Buraya gelmeden önce bana İstanbul Sanayi Odası tarafından verilen kongre bildirgesini büyük bir ilgi ve dikkatle okudum. Buradan aldığım, çok onayladığım, konuyla doğrudan ilgili üç pasajı sizlerle paylaşmak istiyorum.

İlki şöyle: “Dijital ekonomide, bilişim ve iletişim teknolojilerinde, internet ve sosyal medya vasıtasıyla değer yaratmada sağlayacağımız ilerlemeler, ekonominin ötesinde hayatın tüm alanlarında kolaylaştırıcı, etkinlik ve verimlilik artırıcı bir rol oynayacaktır.”

Ben buna gerçekten inanıyorum. Bence bu çok önemli bir nokta; zira internet ve Twitter ile Facebook gibi sosyal medya araçları, her ne kadar bu şekilde kullanıldıkları olsa da, esasında belli insanların başka insanlara karşı kullandıkları politik araçlar değildir. Aslında bu araçlar, son derece demokratikleşmeye yönelik gelişen, daha kapsamlı bir bilişim teknolojisi devriminin öğeleridir. Güç, tamamen bilgiye dayalıdır ve bilgiyi elinde tutan kişi, gücü de elinde tutuyor demektir.

Bilişim teknolojisinin bilgiyi bu kadar çok kişiye, ucuz bir şekilde sunması, dünya politikasında derin bir demokratikleşme etkisi yarattı; bunun yanında da insanların daha kolay örgütlenmelerine imkan sağladı. Örgütlenemeyen insanlar, menfaatlerini ortaya koyamaz, hükümetin aşırılıklarını denetleyemez. Bu bakımdan, bu sosyal medya araçları demokrasilerin sağlıklı olması için de önemlidir.

Bildirgeden sizlere aktarmak istediğim ikinci ifade şöyle: “Nitelikli beşeri sermaye bütünsel kalkınmanın ve onun başlıca unsurları olan teknolojik gelişmenin, inovasyon, yetenek ve yaratıcılık kapasitesinin en önemli unsurudur. Türkiye'nin beşeri sermayesini hızla geliştirmek için bütünsel bir stratejiye acilen ihtiyacı vardır. Böyle bir stratejinin her türlü özgürlük, hoşgörü ile sosyo-kültürel ortamın seviyesini yükseltmeye odaklanması gerekir. Kendisini vasatlığın üzerine taşıyabilmiş olanları örnek göstermeli, övmeli ve ödüllendirmeliyiz.” Bildiğiniz gibi bugün biz de burada bu vasatlık teması etrafında toplandık.

Şimdi ben Kaliforniya’nın Palo Alto kentinde, Silikon Vadisi’nin ortasında yaşıyorum. Amerika’daki bilişim teknolojisi sanayinin büyük ölçüde doğduğu nokta olan Stanford Üniversitesi’nde görevliyim. Silikon Vadisi’nin San Francisco’nun Bay Area bölgesinde yer alması tesadüf değildir, zira ABD’nin bu kesiminde derin bir kültür barındıran, otorite karşıtı bir yaratıcılık vardır. Bütün bunlar, 1960’larda patlak veren hippi ve protesto kültürüyle başlamış, ancak sonradan ekonomi alanına da yayılmıştır. Burada insanlar asi olmakta, düzene başkaldırmakta bir sakınca görmez; otoritelerin sırf yaşları büyük olduğu için ve daha güçlü oldukları için doğru fikirlere sahip olduklarını düşünmezler. Sanıyorum Amerika’nın bu bölgesinde müthiş inovasyonlar meydana gelmesinin sebebi de, bu tür bir çoğulculuğu, farklılığı ve başka şekillerde düşünme yeteneğini besleyen bir bölge olmasıdır. Bu anlayışın Türkiye’de de desteklenmesi ve yaygınlaştırılması gerektiğini düşünüyorum.

Son olarak size bildirgeden şu sözleri aktarmak istiyorum: “Ekonomik ve sosyal gelişimin sürekli yenilenen dinamiklerinin kadınların katılım ve katkısına özellikle ihtiyaç duyduğu düşünülürse, ekonomide kadın istihdamının artırılmasının yanı sıra girişimci, sanayici ve yönetici kadınların oranının hızla yükselmesi için hepimiz daha çok çaba göstermeliyiz.”

Eğer bir toplum, kadınların ekonomiye katılımını engellerse, kendisini potansiyel iş gücünün %50’sinden mahrum bırakıyor demektir. Günümüzde kadınlar, erkeklerden daha iyi eğitim aldıklarına göre, daha iyi eğitim almış bu %50, faydalanılması gereken son derece önemli bir insan kaynağıdır. Orta Doğu’da kadınların katılımını kasten engelleyen pek çok ülke bulunuyor. Türkiye bu ülkelerin arasında yer almıyor. Kadınların katılımına başından beri imkan sağlamış olan Türkiye, böyle büyük bir avantaja sahip. Bu bildirgede de ifade edildiği gibi, kadınların katılımının sadece hoşgörüyle karşılanması değil, ciddi şekilde teşvik edilmesi gerekmektedir. Bunun da yine son derece önemli bir nokta olduğu kanaatindeyim.

Konuşmamı bitirirken, sizlerle ülkenizle ilgili şu görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Benim kanaatimce bir dönüm noktasına geldiniz; orta gelir statüsünü başarılı bir şekilde elde ettiniz. Ancak, aynı Çin örneğinde gördüğümüz gibi, bir ülke olarak daha yüksek bir gelir statüsüne geçmenin getireceği çok farklı zorluklar olacaktır.

Türkiye'de, aynı Çin’de olduğu gibi, büyük bir orta sınıf oluşturuldu. Bence Türkiye'de geçen yıl ortaya çıkan protestolar da, yalnız buraya özgü olmayıp, dünyanın pek çok bölgesinde halen devam etmekte olan daha büyük bir sosyal olgunun parçasıydı. Bu olgu, küresel orta sınıfın yükselişidir. Tunus’ta ve Mısır’da patlak veren Arap Baharı’nın ilk dönemlerinin ve Brezilya’da geçen sene gerçekleşen protestoların tetikçisi de bu olmuştur; belki bir gün Çin’de daha geniş siyasi katılım için başlatılacak bir hareketi de tetikleyecektir.

Hocam Samuel Huntington’ın söylediği gibi, bir orta sınıf yaratmak, toplumsal seferberlik sağlamak, siyasi sisteme dahil olmayı, fikirlerine danışılmasını ve siyasi sistemi sahiplenmek isteyen yeni insanların olması, modernizasyonun kaçınılmaz bir parçasıdır. Uzun vadede siyasi düzeni muhafaza edebilmenin tek yolu, siyasi kurumlarınızın bu gibi bir katılımı teşvik etmesi ve kapsamlarına almasıdır.

Dolayısıyla, Türkiye'nin bu salondaki kişilerin önderliğinde süregelen ekonomik gelişimi, Türkiye'nin şimdiye kadar oluşturduğu, herkese açık, kapsayıcı siyasi sistemi de daha da geliştirecek ve umut ediyorum ki geleceğe taşıyacaktır.

Beni davet ettiğiniz ve gösterdiğiniz ilgi için tekrar teşekkür ederim. Kongrenin geri kalanı için herkese bol şans dilerim. Çok teşekkürler.