Konu değişik, açıkçası sıradışı bir konu. Başlangıçta, konu başlığıyla vasatlıktan belki biraz uzaklaşacağız; inşallah devamını da getiririz.
Türkiye’de vasatlık ile yüzleşme. Öncelikle panelistleri tanıtacaktım, fakat buna gerek kalmadı, tanıtıldı. Bir de, yönteme dair bir iki şey söyleyeceğim. İki tur yapacağız. Birincisinde, konuşmacılarımız 10’ar dakika boyunca kendilerine yönelteceğim sorulara cevap verecekler. Arada bir iki slayt gösterimi de olacak. Daha sonra, 5’er dakika boyunca aynayı kendi yüzüne tutma ve vasatlıkları aşma noktasında, hem itiraflara, hem de vasatlığın aşılmasına dair çözüm önerilerine yer verilecek bir tur yapacağız. Daha sonra da, siz salondakilerin de konuşmacılara soru sorabilmesi için mikrofonu sizlere bırakacağız.
Bu yapı içerisinde, saat tam 6'da toplantıyı bitireceğiz. Tam iki saatimiz olacak; çünkü benim de, herkesin de işi var. Yani vasatlıktan en azından böyle sıyrılalım diyorum. Sizin de büyük ihtimalle işiniz vardır.
Öncelikle, konuyla ilgili olarak bir iki söz söyleyeceğim. Genellikle moderatörler az konuşsunlar istenir.
Vasatlıkla yüzleşme noktasının neden yeni bir konu olduğunu düşünüyordum. Çünkü vasatlık, zaten ismi üstünde, fark edilmesi en zor şeydir; içinde yaşadığın şeyi tarif edemezsin. O anlamda baktığın zaman, eskilerin çok güzel bir lafını hatırlatmak istiyorum. “Kem alat ile kemalat olmaz” der. Yani; vasat, kötü aletlerle mükemmelliği yakalayamazsınız. Siz 2023’te ilk 10'da olacaksanız, gövdeniz vasat bir coğrafyada, vasat bir zihin yapısında olamaz. Bu anlamda, başlangıç olarak vasatlığı Türkiye'nin gündemine getirerek, her aşamada ve her boyutuyla tartışmaya açmak bakımından, İSO’nun bu 12. Sanayi Kongresi’ni çok önemsiyorum.
Göbeği 37,5 derece sıcaklıkta bir adamdan örnek vereceğim. Vasat, çok enteresan bir şeydir. Ortalamanın ölümü diye bir kavram var. Bir adam düşünün; kafasını 100 derece sıcaklıkta suya, ya da fırına koyuyorsunuz. Ayaklarını da eksi 30’a koyun. Göbeği tam 37 derece olabilir ama adam ölüdür. O anlamda, ortalama hiçbir şeyi izah etmez.
Vasat her şeyi idare edenin noktasındadır. İdare etmektir, konfor tuzağıdır ve kurnazlıktır. Kurnazlık kültüründeki uluslar aynı zamanda vasat toplumlardır. Kurnazlığın şöyle bir tanımı vardır; iyi bir şey de değildir. Nimeti isteyip külfeti öteleme kolaylığıdır.
Yani vasat, aynı zamanda sanayicilerin çok iyi bildiği bir şeydir. Buna da geleceğiz. Konuşmacılardan bir ya da birkaçı buna değinecektir. Kilosu 1,5 dolardan ihracat yapmaktır. Bu durumda, kilosu 4 dolardan iş yapan insanlarla rekabet etmek mümkün olmamakta tabii.
Vasatın dört kapılı bir tuzak olduğunu düşünüyorum. Öyle ki; vasatın içinde bulunan insanlar, bunun dışına çıkacak olanları da vasatın içinde tutar. Istakoz tenceresi kapaklı satılmaz; çok basit bir sebepten dolayı. Çünkü o vasat içinde kaynayan ıstakozlardan bunu aşmak, kurtulmak isteyenleri, diğerleri tencerenin altına çeker. O yüzden de, tencereyi satın alan, kapağa ayrıca para verme ihtiyacı duymaz.
Bahsettiğim dört kapı şöyle. Öncelikle; vasat, sıradışı olmak isteyeni yok sayar. Hiç yaşamamış gibi düşünür. Sıradışı olmak için yola çıkanların %80’i burada takılır kalır. Burada biraz rakamlardan söz ediyorum. Bu biraz sübjektif bir şeydir; metrik ölçümleri aşağı yukarı böyle değildir ama yine de bir yaklaşım verir.
İkinci bir kapı vardır; buradan geçen, 20 kişiyi bekleyen. O da alay etme kapısıdır. Onu aşabilenlerle vasat alay eder; küçümser, aşağılar. Kendi işlerinize bakın; göreceksiniz ki sıradışı attığınız her adımda bu başınıza gelmiştir. Buradan ancak 15'i geçer, pardon bu kapıda da 15’i kalır. Geriye 5 kişi kalır ve onları üçüncü bir kapı bekliyordur.
Üçüncü kapı, vasatlıktan kaçış için savaşma kapısıdır. Artık sizi yok etmek ve hiç doğmamışa çevirmek ve vasattaki o konfor alanını bozmamak için yok edilecek insanlarla doludur. Üçü de burada kırılır; geriye iki kalır, ortalama işte onlardır.
Dördüncü kapı da başka bir kapıdır. O kayıtsız şartsız hayran olma kapısıdır. Oraya kadar varanları da, alıp buralara getiriyorlar. Sıradışı işler yapmış oluyorlar ama bizi çok düşük bir alanda tutan o vasatlık, sizi ayaklarınız çimentoya gömülü bir insan haline getiriyor, yükseltmiyor.
Laflarımı toparlıyorum; çünkü neticede panelistleri konuşturmak istiyorum. Fukuyama da bahsetti güvenden. Özellikle vasat, güvenmenin riskini almak yerine, güvensizliğin maliyetini üstlenmektir. Hiçbir şey yapmanız gerekmiyor güvenmemek için; güvenmek ise risktir. Güvensizlik çok kolaydır ama bir maliyettir. O zaman ne oluyor, torunlarınız portakal suyu içemiyor, bulanık dere suyu içiyor.
Vasat ucuzdur, gayretsizdir, süreksizdir, desteksizdir ve vicdansızdır. Bilinmezin korkusundan merak ederek uzaklaşmak yerine, bilinmezi kutsamaktır.
Vasat, bu sıradışıdır ama onun gerisinde olmak, yani hayatta kalma modunda kalmaktır. Başarıdan ziyade, hayatta kalmak demektir. Ve vasat öldürür. Bu kadar canımızı öldüren vasatlığı da herhalde konuşacağız; bu canlar hepimizden gitti. Geri bıraktırır ama sıradışını öldüren de yine vasatlardır.
Benim söyleyeceklerim bu kadar. Bizi böyle oturttular ama kendime göre de bir sıra yaptım. Kendi sıram içinde, öncelikle Bekir Bey’den başlamak istiyorum. Bir soruyla başlayacağım. Biz vasatlığa niçin razıyız? Buyurun.
Şimdi efendim, biz tabii vasatlık konuşuyoruz ama “yeni icat çıkarma” diyen bir toplumun çocuklarıyız. Dolayısıyla; galiba bu işin çözümü de, anayasada icat çıkarmayı; ifade özgürlüğünü, tasarım özgürlüğünü, üretme özgürlüğünü garanti altına almak. Aslında, problem bence başındaki tespit; ikinci cümlesi de çözüm olarak bütün sunumu özetlemek mümkün.
Ben araştırmacı kimliğimle, sizinle sadece toplumda neden vasatlığa razı olma hali var onu konuşmak, ya da Soma’da o güvenliği eksik madende ve o ücret koşulunda çalışmaya razı olmayı yaratan toplumdaki bir takım verileri paylaşmak istiyorum. Sonra, çözümünü de konuşuruz.
Evet, Türkiye toplumu vasatlığa razı oluyor; genellikle diyebiliriz. Ama hani Cem Yılmaz bir esprisinde diyor ya, “sor bakalım niye razı, niye yaptı?” Şimdi; bunun özgüven eksikliği, güven eksikliği, hukukun üstünlüğüne olan inancın düşüklüğü, sorun çözme kapasitesindeki eksiklik, gelecek kaygısı gibi birçok neden yanında, bir de tarihsel ve psikolojik nedenleri de var tabii. Ben bu yedi tane başlık altında, sadece çok somut araştırma bulguları paylaşacağım sizinle ilk 10 dakikada; sırf rakam gibi olacak ama kusuruma bakmayın.
Şimdi özgüven eksikliğinden bahsedeyim. Türkiye toplumunda özgüven eksikliğini bilmeyenimiz yok ama bir iki tane rakamı hatırlatmama izin verin. Türkiye'de hala, 25 yaş üstünde üniversite mezunlarının oranının %12 olduğunu hepimiz biliyoruz; hala %12, yani bunca çabadan sonra. %27 de lise mezunumuz var. Yani, toplam 72 milyon nüfusun %62’si halen lise altı eğitimli.
İkinci bir başka rakam, bütün toplam yetişkin nüfus diye baktığınız zaman, beyaz yakalı diyebileceğimiz çalışanlar, yani masa başında çalışanlar, mühendisi veya sekreteri dâhil %12; işçi, esnaf, çiftçiler dâhil %28 oranında. Toplam nüfusun içinde %12-13 emeklimiz, %33 kadınımız, %8 öğrencimiz, %5 de işsiz var. Aslında, toplam 100 nüfusun sadece 40’ı üretimin içinde; 60’ı üretimin içinde değil.
Yine bir başka veri paylaşayım. Türkiye'de aşağı yukarı 19 milyon hane var. Sorduğunuz zaman, “geçen ay, Allah'a şükür geçindim; bir lira da olsa tasarruf yapabildim” diyen haneler, 1/4’dir. Bu rakamı 5 yıldır aşağı yukarı her ay izliyoruz, hiçbir zaman %30’a çıkmamıştır; ortalama %25’tir. %50 hane için hayat sıfır veya birdir. Yani, eğer işi ve 30 gün sonra maaşı varsa veya emekli maaşı, kira geliri neyse, eğer 30 gün sonra o paranın geleceğini biliyorsa, o paraya göre bir hayatı var. Dolayısıyla, geçen ay ülke %10 küçülmüş veya %10 büyümüş, o haneye doğrudan değen bir şey yok. Hayatı o yüzden sıfır veya bir diyorum. Dörtte bir hanede, yani aşağı yukarı 4,5 milyon hanedeyse, halihazırda şu anda bile 1/4 hanede ise gelir giderden eksiktir. Aileler, ya devletin yerel yönetimlerinin yardımlarıyla, ya da eş, dost, evlat katkısıyla geçimini sürdürür. Dolayısıyla, özgüvenin düşük olmasının sebebi, en azından bunlar olsa gerek diye düşünüyorum.
İki, şimdi güven meselesi. Özellikle gençlerden rakam vereyim; madem “geleceğimiz gençler” diyoruz. Türkiye'de 15 ila 29 yaş arasında 19 milyon genç var. “İsteyerek, mutlu olarak çalışacağınız işten ne beklersiniz?” diye sormuşuz. Normal olarak bu gençlerden, teoriye göre, yönetime katılmak gibi cevaplar beklenir. Halbuki %46’sı gelecek garantisi diyor. Ya da aynı gençlere sormuşuz: “Sizce üniversite eğitimi ne sağlıyor?” diye. %48’i “işe girebilmek için sadece diploma” diyor. Dolayısıyla, bu gençlerin özgüveninin yüksek olmasını beklemek mümkün değil. Yine gençlere sormuşuz: “Hayallerinizi gerçekleştirmek için ne lazım?” %24’ü “torpil veya şans” diye tarif etmiş. Hayallerini gerçekleştirmek için bile 1/4 genç torpil veya şansı gerekli görmüş. 19 milyon gencin içinde iş hayatında başarılı olabilmek için torpil veya şans diyenler %30, toplumda statü kazanmak için torpil veya şans lazım diyenler ise %20.
Bir başka veri de, biraz önce bir konuşmacımızın da değindiği hukukun üstünlüğü meselesine dair. Şimdi size yine birkaç tane rakam söyleyeyim. “Ülkemizde vatandaş ve devletin kurumları hukuk karşısında eşittir.” Bu lafa inanmayanlar, Türkiye toplumunda %50. “Suç işlemedikçe kanunlar, mahkemeler beni korur.” Bu lafa inananlar, doğru diyenler sadece %60; yani %40 kanunlara güvenmiyor. %58'i hukuku, hayatı düzenleyen kurallar olarak anlamıyor; devletin vatandaşı denetlemek için koyduğu kurallar olarak anlıyor.
Yine hukuk üzerinden başka bir şey söyleyeyim. %58’i mahkemeye yolu düşerse farklı kimliklerini, siyasi görüşlerini bırakın, zengin veya fakir olma haline göre bile, yargıçların farklı kararlar vereceğine inanıyor. O yüzden, buradan sorunu çözmeye geçeyim. “Herhangi bir problemde hukuka başvurur musunuz?” diye sorduğunuz zaman insanlarımıza, “fazla mesaim ödenmediği zaman bile hukuka başvurmam, hayat böyle” diyen %45. “Komşum beni taciz ederse hukuka başvurmam, hayat böyle” diyen kadınlar, %35. Dolayısıyla, bu toplumda zaten hukukun üstünlüğüne olan inanç son derece düşük.
Bir başka şey söyleyeyim. Eşinden şiddet gören kadınların bile %25’i rıza gösterir durumda, “hayat böyle, kader!” diyor; %34’ü ise sadece yakınıyor. Yani “hakkıma sahip çıkarım, karakola giderim, avukata giderim, mahkemeye giderim“ diyen kadınların oranı, sadece %41.
Bir başka bulgu ya da veri de, gelecek algısı meselesi üzerine. Çok az üzerinde duruyoruz ama Türkiye toplumunun, bu memleket ahalisinin gelecek algısı son derece kısa. Size somut araştırma bulgusu söyleyeyim. İnsanlarımızın %12’si için gelecek, bir yıllık vade içinde bir gelecek. %16’sı içinse bir yılla üç yıl arasında. Türkiye toplumunun ortalama gelecek algısı 11 yıl. O yüzden 20 yıllık kaliteli kaldırım yapmak, ya da 30 yıllık kaliteli yol yapmak ya da kanunlar yapmak, belki ilk anda onların umurlarında değil gibi görünebilir.
Ama şimdi bu bulguların üzerine, izin verirseniz, vaktim yettiğince, bu işin bir de tarihsel ve de psikolojik tarafını ele alayım. Şimdi; tarihsel tarafı bence şöyle: Bu topraklarda, bin yıldır bu toplumun hiçbir hak talebi, ucu kıyıma varmadan bir başarı hikayesine sahip değildir. Bu topraklarda her hak talebi, egemenler tarafından veya devlet tarafından ezilmiş, kıyılmıştır. O yüzden de toplumsal bellekte hak talebi, örgütlenmek gibi kavramlar negatiftir. “Örgüt” kavramı, hiçbir dilde Türkçedeki kadar negatif bir anlam içermez. Yanılmadığımı sanıyorum.
O yüzden, hiçbir aile çocuğuna, “sendikaya gir evladım, hakkını ara evladım” demez. Bu kız çocukları için de böyledir, erkek çocukları içinde. Kaldı ki, Türkiye toplumunda gençlere, “hayata hazırlanmak için en çok şeyi nereden öğrendin” diye sorduğunuz zaman, %65’i ailemden diye cevap vermiştir.
Ailelere sormuşuz, “evde, ailede kız çocuğuna kazandırılması gereken meziyet ne?” diye. “Hak arama” cevabını verenlerin oranı sadece %9. Çünkü toplumun hak aramayla ilgili bütün anımsadığı şey, ucunun kıyıma varacağı. Halbuki aynı toplumda dayanışma temelli örgütlenmeye baktığımız zaman, Türkiye'de şu anda bile 100 bine yakın dernek var; bunların 90 bini dayanışma temelli dernek. Beş bine yakın vakıf var, bunun 4200 tanesi dayanışma temelli vakıf. Vakıf tipi örgütlenmeyi, imeceyi, ahiliği bu toplum icat etmiştir. Örgütlenmeyi bilmediği için değil ama hak temelli örgütlenmenin ucu kıyıma varıyor diye ezberlediği, öğrendiği, gördüğü, yaşadığı için bir kere. Ayrıca bana soruyorsanız, bugünkü yasaların bile birçoğunda; bunca değişikliğe, ilerlemeye, gelişmeye rağmen hala sorun vardır. Ne siyaset, ne örgütlenme, ne fikir özgürlüğünün önünde hiç engel olmadığını hiçbirimiz söyleyemeyiz.
Dolayısıyla; bir, böyle bir geçmiş planı var işin. İki, bu toplumda korku kültürü, kimse kusuruma bakmasın ama medya ve siyaset sayesinde son derece yaygındır. Çünkü bu ülkenin ders kitaplarında hala, ilkokuldan itibaren küreselleşmenin bu ülkeyi bölmek için icat edilmiş bir kavram olduğunu belirten cümlelerin yer alır.
Dolayısıyla, 85-90 yıldır bu kültürle büyümüş bu toplumun %75’inin en büyük korkusu, bölünme korkusudur. O yüzden de “icat çıkarma” diye bakıyor bazı meselelere. Yoksa bu, toplumun reddettiğinden, yanlış bulduğundan değil; özgüveni düşük ve eğitimsiz olduğu için böyledir.
Ama buna karşılık, son olarak değineceğim, toplumsal psikolojide ya da davranış biçiminde benim gözlediğim ya da bizim bütün araştırmalarımızda dikkatimi çeken şöyle bir ayrım var. Bu memleket ahalisi, bireysel hayatı ile toplumsal hayatı ya da ortak hayatı veya ülke hayatını diyelim, iki farklı zihniyet dünyasında, iki paralel evrende gibi yaşıyor.
Kendi özel hayatında, -bu işyeri olabilir, okul olabilir, ailesi olabilir- son derece hoşgörülüdür. Bu topraklarda bugüne kadar, etnik kimlikler veya inanç kimlikleri arasındaki hiçbir kavga, sokakta iki insanın kavgasıyla başlamış değildir. Hep devletin manipüle ettikleridir. Hangisine bakarsak bakalım bu böyledir.
Örnek olarak, bu topraklarda şu anda bile 3,5 milyon Kürt ile 3,5 milyon Türk akrabadır. Ama bu topraklarda, özel hayat içerisinde başlamış bu tür bir farklılık üzerinden herhangi bir kavga veya gerilim olmamıştır. Her birimiz, kendi hayatımızdaki o farklılığı, kendi işyerimizde yan masadaki arkadaşımızın, ya da yengemizin, eniştemizin, dayımızın farklılığını -farklı inancını, farklı etnik kimliğini, farklı fikrini- kabul ederken, camdan öbür tarafa, sokağa baktığımız zaman, siyaset ve medyanın bize “sokakta öcüler var, hortlaklar var” dediğini görüyoruz. Bu yüzden de son 30 yılda, burada bu kadar hoşgörülü, kendi özel hayatlarında bu kadar birbiriyle barışık olan 27 milyon insan, kendi bireysel hayatı için bu ülkeden göç etti. Kendi bireysel hayatları için her türlü problemle bu kadar melanetle boğuşmaya hazır insanlar olarak, iş ortak hayatımıza geldiği zaman, mekanizmalar eksik olduğu için, yasal engeller olduğu için, zihni engeller olduğu için ve devletin koyduğu engeller olduğu için, ortak iş yapamıyoruz. Ortak iş yapamadığımız için de korkularımıza teslim oluyoruz. Korkularımıza teslim olmak demek de, vasata razı olmak demek.
Son olarak şu bulguyu paylaşayım; bu topluma yeniliğe tepki açısından baktığınız zaman, “yeni ürünü kabul ederim” diyenlerin de %80, “ülke için benim aleyhime olsa bile değişiklikleri kabul ederim” diyenlerin de %80 oranında olduğunu görürsünüz. Bu kesimin sorunu sadece, o değişimi kolu kanadı kırılmadan yaşamak istemesi. Çünkü kendine özgüveni düşüyor. O değişim sırasında kolu kanadı kırılırsa veya komşusunun kolu kanadı kırılırsa diye korkuları vardır. O yüzden de, kendinden olan birisi önlerine bir vizyon, bir ütopya, bir iddia koyduğu zaman, onun peşine düşmeye de son derece gönüllüdür. İzin verirseniz ben burada keseyim.
Sevgili Bekir Ağırdır’dan sevgili Nazım Ekren Bey’e dönüyoruz. Sizin galiba bir sunumunuz da olacak. Size şu sözlerle bırakayım sunumu: Bu vasatlık kendiliğinden oluşmaz. Pek çok şey bir araya gelir, neticede bir vasat oluşur, bir ortam oluşur.
Bu vasatın ekonomi politiğini biraz sizden dinleyelim.
Sayın Başkan, teşekkür ediyorum. Değerli katılımcılar, benim sunumum da çok uzun olmayacak ama iki tane önemli konuyu da paylaşmayı arzu ederim.
Bir tanesi; vasatlık ortalama olarak herhangi bir performansı ya da beklenen bir sonucu elde edememe durumunu yansıttığı gibi, normalde bir ortamı da tasvir eder; içinde bulunulan durumu da yansıtır. Bu toplantıda özellikle arkadaşlarımızla hazırladığımız vasatlığın ekonomi politiği dediğimiz husus şu: Vasat olarak adlandırdığımız bir ortamda vasatlık diye ölçtüğümüz tabloya niye ulaşıyoruz, neden böyle bir tabloyla karşılaşıyoruz? Biraz daha somut söylenirse, bu makro çerçeve içinde iş dünyası ve siyasetçilerin birlikte oluşturduğu bir tablo mudur, yoksa ülkenin oluşturduğu bir tablo mudur? Bu konuyla ilgili özet düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Ama kavramsal olarak vasatlık denince, geleneksel olarak ölçülebilir, izlenebilir bir performans kriterine göre daha düşük olmayı ifade eden vasatlık, zaman içinde tarihsel perspektifte de bakıldığında, aslında Sayın Konda da söyledi, adaletli, ılımlı ve dengeli bir süreci de tetikleyecek bir ortamın da olmasını zorunlu kılıyor. Bu çerçevede baktığımız zaman, vasatlığı ortaya çıkartan en önemli, en kritik faktör; korkudan tutun, kişinin güvensizliğine, konforuna, bıkkınlığına kadar varan bir dizi ekonomik ve psikolojik sorunlarla karşı karşıya kalınmasıdır. Bu hem birey için, hem de şirket için geçerlidir. Tabii konuyu biraz daha uzatırsanız, kamu otoritesi bakımından da benzer yaklaşımların olduğunu söylemek mümkün.
Vasatlıktan kurtulabilmek içinse; hangi sorunla karşı karşıyaysanız, o soruna özel bir model bulmadığınız sürece, sorunu çok net şekilde teşhis etmeden bir model geliştirme şansı olmadığı için, vasatlıkla ilgili yönetim sürecini de sadece bireylere, şirkete, ya da devlete bırakılması gereken değil, komple birlikte çalışması gereken bir süreç olarak algılamak lazım. Yine vasatlıkla ilgili herhangi bir tartışma yapıyorsak, vasatlıkla ilgili model geliştirmeyi düşünüyorsak; ele aldığımız toplumsal kesim ne olursa olsun, herhangi bir parçanın bütününü yansıttığını varsayarak, vasatlıkla ilgili çok genel bir makro sonuca ulaşmak mümkün.
Şunu söylemek istiyorum; dünyaya ana hatlarıyla baktığımızda, baktığınız ister ekonomik ağırlıklı göstergeler olsun, ister demokratik, sosyal, siyasal, politik göstergeler olsun, ister insan kaynakları ya da doğal kaynaklar veya madencilik olsun, neye bakarsanız bakın, aslında dünyada eşitsizlerin karması dediğimiz bir tabloyla karşı karşıyayız.
Peki, bu bizim açımızdan niçin önemli? Eğer eşitsizlerin karması söz konusuysa, bu eşitsizler arasında daha iyi bir konuma gelmek, daha iyi bir performans sergileyecek bir sürecin içinde olmak istiyor isek; nerede, hangi tür zaaflarımız var, bu zaaflar nereden kaynaklanıyor, bunlara somut olarak bakmak gerekir diye düşünüyorum.
Üzerinde durmamız gereken noktalardan bir tanesi, vasatlıktan kurtulmayı sadece içinde bulunduğumuz koşullarla sınırlamamak. Bir dönem sonra, ya da diyelim ki orta vadede, dünyanın ya da Türkiye'nin ulaşmayı düşündüğü, trendlerden etkilendiği ana faktörleri de gözden geçirmek lazım. Teknik ifadeyle konuşmak gerekiyorsa, eski dönemden tevarüs eden alışkanlıkları ve realiteyi, yeni dönemde ortaya çıkacak realite ve alışkanlıklara match etmek [denklemek] lazım. Bu şundan dolayı önemli: Yeniden düşünme, yeniden inşa etme ve yeniden dizayn etme alışkanlığımız yoksa, böyle bir kültürü içimizde barındırmıyorsak, böyle bir yaklaşım tarzını benimsememişsek, vasatlık olarak adlandırdığımız, kimi zaman normalleşme diye algılanan süreçten kurtulamayız.
Trendlere, yani dünyada hangi trendler bizi ve diğer ülkeleri etkileyecek diye baktığımızda; ekonomik faktörlerden tutun, sosyal ve siyasal çalkantılara, dengesizlik üreten psikolojik, ekonomik ve politik faktörlere kadar pek çok faktörün etkili olduğunu dikkate alıyor isek, vasatlığı da aslında inter-disipliner, entegre bir yaklaşımla çözmemiz lazım. Ekonomi politik açıdan baktığımızda üzerinde durmamız gereken en kritik konu, özel sektörün, iş dünyasının, kamu otoritesinin ve elbette üniversitelerin süreçte birlikte rol almaları gerektiği. Bu şunun için önemli: Ekonomik güç dağılımının da önümüzdeki dönemlerde nasıl bir yol haritası izleyeceği, hangi noktalarda odaklaşacağını düşünürsek, şu andaki verilere baktığımızda, güç dengesinin batıdan doğuya kayma ihtimalini, dolayısıyla yeni dinamiklerin, yeni alışkanlıkların, farklı tercihlerin de ön plana çıkacağını ifade etmek gerekir.
Üzerinde durmamız gereken asıl nokta şu: Zaman zaman, dünyada ortaya çıkan gelişmelere baktığımızda, özellikle kendi ülkemizde ve “peer” ülkeler diye baktığımız grup içinde yer alan yükselen piyasalarda standart sorunlar olduğunu görüyoruz. Bu ülkeler grubunu küresel sistemle entegre edebilmek için, bir takım konsensüsler oluşmuş. İşte Washington Konsensüsü’nden tutun Barselona Konsensüsü’ne kadar giden süreçte, bu ülkelerin dünya gelişim trendine entegre olabilmesi için gereken temel faktörler, temel politikalar, temel tercihler belirlenmiştir. O dört ana kurguya baktığımızda; 10 yılda bir ekonomik dalgalanmalar, 30-40 yılda bir demografik sorunlar, 50-60 yılda bir siyasal çalkantılar ya da 100 yılda bir devletin yeniden yapılanması söz konusu oluyorsa, aslında normal, anormal veya yeniden normal sürece geçmede vasatlık içinde olan ülkelerin bu süreci tamamlayamadığını, tamamlamakta da zorluk çektiğini ifade etmem gerekir.
Üzerinde durmamız gereken noktalardan bir tanesi de şu: Kendi ülkemize baktığımızda, mevcut durumu çok fazla gösterge kullanmadan şu şekilde özetlemek mümkün. Makro göstergeler açısından bakıldığında, nüfus ve gayri safi yurtiçi hasıla bakımından ülkemiz, ortalama 17-16-15 gibi sıralarda yer alıyor. Ama diğer göstergelere baktığımızda; sosyal, kültürel göstergelere, özellikle de demografik göstergelere baktığımızda, farklı konumlarda olmamız mümkün.
Benzer şekilde, kendi ülkemizde de ister bölgesel, ister sektörel, ister bireysel göstergelere baktığımızda, yine çok sayıda dengesizlik olduğunu görüyoruz. Bu şunun için önemli: Vasatlık dediğimiz temel konseptten kurtulabilmek için, sadece şirket veya birey bazında yapılabilecekler kadar, topyekun Türkiye açısından bu imkanı sağlayacak, böyle bir düşünme şekline imkan verecek yeni bir tasarımı da ana hatlarıyla tartışmak gerekir. Konuya bu bağlamda yaklaştığımızda, ülkemizi etkileyen faktörlerin bir kısmının küresel, bir kısmının da ulusal olduğunu söylemek mümkündür.
Küresel faktörlerin içinde, gelişmiş ülkelerin ürettiği politikaların, onların geliştirdiği yaklaşımların ülkemize yansıması elbette var. Ama kısa vade içinde, şu anda düşündüğümüzde, örneğin AB, Amerika'daki FED kadar, Rusya'nın ve Rusya'daki yeni stratejilerin de Türkiye üzerinde oluşturacağı değişik dinamikler de sözkonusu.
Ulusal çerçevede baktığımızda üzerinde durmamız gereken en kritik konulardan bir tanesi de, vasatlığa genelde hep böyle ekonomik faktörler açısından bakıyor olmamız. Dolayısıyla makroekonomik performansımızı etkileyen temel faktörler de, ülkemiz bakımından sıkıntılı bir süreç yaratıyor.
Değerli katılımcılar, şöyle bir hayal üretebiliriz: Yeni dönemde vasatlığı tartışıyorsak, vasatlıkla ilgili sorunları gündeme getiriyorsak; bireyiyle, şirketiyle, devletiyle ve toplumuyla nasıl bir ülke olmalıyız konseptini tartışmadan, ulaşacağımız noktaları belirlemeden vasatlığı tek başına tartışmak, bireysel ve lokal başarılardan fazla ileriye gitmeyecektir. Bu şunun için önemli: Böyle bir yaklaşım tarzı, böyle bir tercih, yeni tasarımla ilgili temel faktörlerin de gözden kaçırılmasını engelleyecek diye düşünebiliriz.
Ülkemiz bakımından baktığınızda, Türkiye'nin vasat olarak adlandırdığımız ortamdan kurtulabilmesi için, vasatlığı bireysel ve şirket bazında kolayca yenebilmemiz için iki önemli faktörümüz var. Bir tanesi, özgürlüklerin kaliteli farklılık üretebilecek seviyede olmasıdır. Ancak bunun yanında, bireyin, şirketin ve de devletin de rahat yaşayabileceği, rekabeti kolayca düzenleyeceği kadar da uygun şekilde formatlanmış, belirlenmiş bir kurallar setinin de olması gerekir. Yani hem özgürlük olmalı, hem kaliteli farklılık üretebilmeliyiz; ancak bu kaliteli farklılık, dengesizlik yaratmayacak şekilde, aşırılık üretmeyecek şekilde, evrensel kurallar setiyle de bütünleştirilmiş olmalıdır.
İki tane önemli konu var. Vasatlıktan kurtulabilmek için, eğer bir tasarım modeli üzerinde duruyorsak, bunlardan bir tanesi, mikro tasarım diye baktığımızda, vasatlığın ürettiği en kritik, en önemli sonuç, kaliteli farklılık üretmektir.
Bu ne demektir? Bireysel rekabeti, kurumsal yetkinliği ve ulusal egemenliği ya da ulusal performansı arttırmak gerekir. Bunun da alt bileşenleri var. Burada çok fazla detaya girmeyeceğim ama sorular geldiğinde bireysel yetkinliği arttırmak için nelere bakmamız lazım, kurumsal rekabet olarak adlandırdığımız, özellikle şirketlerimiz bakımından hangi faktörler daha önemlidir, bunlara bakacağız. Önemli bir katalizör olduğu için de, devletin ya da kamu otoritesinin olaya bakış tarzını da şekillendirmek gerekir.
Bir örnek olsun diye bahsedeyim; bireysel yetkinliği arttırmadaki en önemli mekanizmanın eğitim olduğunu kesinlikle unutmamak lazım. Özellikle üniversite eğitiminde, standart bilgiye ulaşmak artık çok kolay. Ancak, üniversitelerin üzerinde durması gereken en kritik konu, standart bilgi değil; kaliteli bilgiyi, farklı bilgiyi üretecek donanımlar kazanmak olmalıdır. Belki üniversite bakımından da önemli olan konulardan bir tanesini tartışabiliriz. Peki, soru gelirse tekrar değerlendirmiş oluruz.
Teşekkür ederiz sevgili Nazım Ekren beyefendiye.
Biraz makroydu, şimdi biraz mikroya gelelim. Şimdi, hani derler ki “ol mahiler derya içtedir, deryayı bilmezler. Vasat, içinde bulunan adamın fark edeceği bir şey değildir. O yüzden biraz ölçü vermek lazım. 17. Büyük ekonomi dediniz değil mi Nazım Bey? Şimdi, dünyada bir milyon yerleşke var; 18.000 tane turizm destinasyonu var; İstanbul ilk yüzde. İlk onda markan olmadan 2023’de ilk 10’da olman sözkonusu değil. Yani sıradışı davranarak ancak buraya varmak mümkün. Sıradan işler yaparak sıradışı olunamıyor. İşletmeler de aslında bu vasatın, orta gelir tuzağının ortalaması bir bakıma.
O yüzden, sanayi odası özellikle, bu sıradışılığı kutsamak, aynı zamanda vasatlığı masaya yatırmak, yüzleşmek noktasında çok önemli bir adım attı. Siz de burada yönetici olarak, biraz da özeleştiri noktasında, bu işletmelerimizin vasatlığının üzerinde biraz durur musunuz? İşletmelerimiz neden vasat, değer yaratmayan süreçlerden neden kurtulamıyoruz? Buyurun.
Şimdi; az evvel böyle otururken, salonun bir resmini çektim, hocam haberin olsun. Fukuyama söylemişti, kendisi buradayken salon full doluydu. Biz bir, iki, üç, dört, beş, altı kişi bir Fukuyama etmedik. Salon oldukça boşaldı hocam. Bunu bir ara bir analiz edelim. Acaba kaç Türk bir Fukuyama eder? Çünkü ben çocukken bana, “bir Türk dünyaya bedel” diye öğrettiler. Giderek o Türk sayısı azaldı, son noktada ise iyice azaldı. En son bu verimlilik işine bakınca da, baktık ki üç Türk bir Alman ediyormuş, verimlilik açısından baktığımız zaman. Demek ki birileri bize bir şeyler öğretmek istiyor, bir şeyler anlatmak istiyor; bizi bir yere çekmeye çalışanlar var.
Ben küçükken annemden çok dayak yedim. Kaçardım evden, onun kendine göre yetiştirmesi gereken böyle bir insan profili vardı. Onun istediği böyle uslu, söz dinleyen bir çocuktu; bense yaramazdım, eve ağız burun darmadağın, kir pas içinde gelirdim. Ama hiç sektirmeden her gün kaçardım, akşam rutin dayağımı yerdim. Evet, memur değilsin ama neticede sonuçları var yapacağın işlerin.
Şimdi bu ülkede vasattan çıkmak isteyenlerin de göze alması gereken birtakım sonuçlar, birtakım bedeller var. Bedel ödemek istiyor musunuz? Gerçi bedel ödemediğiniz zaman da hiçbir şey değişmiyor. Çünkü bu topraklarda hiçbir değişim, bu halkın kendi inisiyatifiyle gerçekleşmemiştir dendi. Bu doğru bir söz; tarihsel süreçlere baktığınız zaman bunun böyle olduğunu görüyoruz. Niye? Çünkü biz bedel ödemeyi sevmeyiz, ama Nazım Hocam benim yerime bedeli sen ödersen, vallahi seni çok iyi alkışlarım ve desteklerim. Bu konuda da gayet kabiliyetli bir toplumuz. Çünkü neticede bütün bu vasatlık, bir sonuç. Ayrıca kötü bir sonuç da değil onu da söyleyeceğim.
Biz bu çalışmaları yaparken, Milli Eğitim Bakanlığı’nın sitesine girdik. Milli Eğitim Bakanlığı’nın sitesine girdiğiniz zaman, ki herkese tavsiye ederim bir girin bakın, siz de başbakan yardımcılığı yaptınız, bir politikacı olarak bize nasıl bir vatandaş istediğinizi çok güzel yazmışsınız. Ben baktım, hiçbirine uymuyorum. Haberiniz olsun, kendimi ihbar ediyorum. Arada kaçak veriyorsunuz. Şimdi bu devletin mi işi? Yani siz böyle bir şeyi tarif ederseniz malzeme de bu olacak. Ondan sonra da kalkıp dünyanın bilmem kaç ülkesi arasına girmeye kalkıyorsunuz. Tabi ki böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün değil.
Vasatlık, riyakâr topraklarda yeşerir. Çünkü kimse kendi gibi değildir. Kimse kendi hikayesini yazmaya özenmez orada. Kendi hikayesini yazmaya çalışanların canına okunur. Onun için de öyle bir kültürde yetişirsin ki, herkes başkasının hikayesini yazmaya çalışır, ki Türk sanayisi, Türk ekonomisi de böyledir.
Bakın; X konusunda Almanya'da üretim yapan dört tane firma görürsünüz, ama aynı konuda Türkiye'de 64 tane firma görürsünüz. Bakın; yüz yıldır bu topraklar cari açık verir ama bununla ilgili ciddi bir makale bile bulamazsınız. Ama ekranlarda her gün ekranlarda cari açığı okursunuz. Her gün döviz hareketlerini okursunuz ama birileri çıkıp da “hadi bakalım bunu halledelim, nasıl halledelim” demez. Çünkü az evvel söyledik, gelecek profilimiz üç yıl, beş yıl.
Yirmi yıl sonra Türkiye, Avrupa’nın en yaşlı ve en cahil nüfuslarından biri haline gelecek. Mesela bu kaç kişinin umurunda şu anda bu topraklarda? Hepimizin umurunda mı? Ama böyle bir durum var. Yarın çocuklarımız böyle bir yerde yaşayacak. Buralar kurtarıcıların topraklarıdır. Sürekli bir kurtarıcı bekler ve kendilerini kurtarsın diye bekler. Burası yedisinde ne ise yetmişinde de o olmanın marifet olduğu yerlerdir. Buralarda vasattan sıyrılmak çok zordur.
Vasatlık ayrıca, ciddi bir rahatlık ve konfor olduğu kadar, bir seviyedir de aslında. Hem o konforu da asla vasatlar oluşturmaz; yine başkaları oluşturur. Esas olan bir nokta daha varsa o da, bir toplum içinde bütün toplumun vasat dışı ya da farklı olmasını istemenin doğru olmadığıdır aslında. Ama o toplumda refahı ve farklılıkları da yaratacak %3-5'lik bir kesim olması gerekiyor. Bu %3-5'lik kesimi de daha sonra analiz ederiz, yanlış anlaşılsın istemiyorum. Ancak bütün bu üst seviyede özgürlükler, şunlar bunlar da onlar için, o iklim için yapılıyor biliyor musunuz? Kayseri’de fabrikasından çıkıp da evine giden bir adamı, sözgelimi HSYK’nın nereye bağlı olduğu, özgürlüklerle ilgili meseleler hiç ama hiç enterese etmez; umurunda bile değildir. Ya da hangi robotik teknolojiler geliştiriliyor, yine hiç umurunda olmaz.
Ama bir toplumu geliştirecek olan, o toplumun kendi içerisinde yetiştirmesi gereken %3-5’lik bir kesim vardır. Niye Amerika dünyadaki en iyi eğitimli insanları topluyor? Ben birinden duymuştum. Amerika'da akademisyenler çok ciddi paralar alıyorlar. Ben de orada bazı akademisyenlerle tanıştığım zaman, tabii o parayı alacak şekilde görmedim. Bu durumu başka bir Amerikalı hocayla konuştuğum zaman dedi ki, “vallahi bunların içinde bir %5 var, onlar müthiş. O %5’i orada tutabilmek için %100’üne bu parayı veriyoruz.” Aslında hikayenin özü bu.
Şimdi; Türk ekonomisine, Türk sanayisine baktığınız zaman, Türk sanayisi dediğiniz şey teknolojisini büyük oranda dışarıdan satın alıp, o teknolojiyle üretim yapan, yani daha uygun fiyatlı insan kaynağı üzerinden rekabet eden bir yapı. Bu da vasatlığın doğurduğu bir sonuçtur. Neticede, o yapıyla geldiğimiz ekonomik seviye de bu. Hocam siz ne dersiniz bilmem ama Türkiye'nin bu orta gelir tuzağı dediğimiz şey, biz bu 10.500 dolarlarda 5 yıldır sürünüyoruz. Ve uzun yıllar da sürünürüz.
Artık nitelikli insan kaynağına geçmemiz gerekiyor, nitelikli girişimciye geçmemiz gerekiyor. Onun için de, İSO aslında bu kongrede devrimsel bir şey yapıyor. Bu vasatlığa vurgu yaparken, kendisine de vurgu yapıyor, bundan da çekinmiyor. Toplumun bu yüzleşmeye de girmesi lazım; bu ikiyüzlülüğü üzerimizden atmamız lazım. Bu tartıştığımız çok geniş bir kavram; bugün yalnızca bir başlangıç yaptık ama bu çok derin konuyu her gün işleyeceğiz. Türkiye’nin bu konuyu hep beraber işleyip, içinde bulunduğu riyakârlıktan soyunması ve meseleyi birbiriyle daha samimi bir şekilde konuşmaya başlaması gerekiyor.
Bizim endüstrimizin bu riyakârlığın bir parçası olarak, birbirini taklit eden, hatta batıyı da taklit etmekte zorlanan bir yapısı var. Bu modeli değiştirecek insanları yetiştirebilecek miyiz? Bu insanların önünü açabilecek miyiz? Yoksa tornadan çıkmış tek tip insan hikayeleri mi olacak? İktidarlar geliyor, değişiyor ama hiçbirinin döneminde devletine bağlı, milletine, vatanına saygılı o güzel insan modeli değişmiyor. Tiplemeler değişiyor ama bütün ülkenin öyle bir model içinde olması kavramı değişmiyor; ancak o iklimlerden de istediğimiz şey çıkmıyor. Bunun esprisini yapıyoruz, “Bill Gates Türkiye'de olsaydı, herhalde büyük bir inşaat şirketinin sahibi olurdu” diye.
O aradığımız, arzuladığımız, bahsettiğimiz girişimci, akademisyen, sanatçı hangi iklimden çıkar ona bakmamız lazım. Bu toprakları öyle iklimlendirebiliyor muyuz? O da cesaret isteyen bir şeydir. Dönüşüm isteyen bir şeydir. Az evvel söylediğim gibi, vasatlık riyakâr topraklarda biter olduğu için, dönüşmüş gibi yapmayı seviyoruz. Halbuki gerçekten dönüşmek acılı bir süreçtir. Ona yanaşacak mıyız, yanaşmayacak mıyız bilmiyoruz tabii, onu işlemeye çalışacağız.
Çok teşekkür ediyorum bu özeleştiriye. Sevgili Adnan Dalgakıran, önce ateş edip sonra nişan alan, aklıyla değil gözüyle düşünen, nefis bir özeleştiri yaptı. Şimdi bu vasatlık noktasında; sıradışı bir coğrafyada vasatlık olmaz aslında baktığında. Altmış beş farklı müzik var burada; 65 lehçe, 295 çeşit peynir, fauna flora zengini, dört mevsim, yedi iklim, sadece Antalya’da bütün Avrupa’dan daha fazla endemik var. Fakat kendi hazinesinin dilencisi bir durumdayız. Müzikten bir örnek verip, sosyal sermayeye geleceğim. Dört milyon mandolin, 4 bin öğretmenle 40 yılda bir tane mandolinci yetiştiremedik. Bu nasıl bir iştir? Daha ne yapılabilir, kamu desteğiyse?
Basit bir şey vardı. Biz o bütün lehçeleri bir araya getirdik. Aşure nedir, zengindir; bilirsiniz ondan geliyor. Bizde de geleneği vardır, Muharrem'in 10'unda yapılır, her biri ayrı tat içinde sunulur. Fakat, biz onu aldık, mikserde çırptık, kalori değerine önem verdik, vasat, yenilmez bir şey haline getirdik; müziğimizi de böyle yaptık. Allah'tan şimdi bağlama keşfedildi, Arif Sağ sonra Erdal Erzincan, perdesiz gitarla beraber Erkan Oğur, dünya prömiyerlerinde sıradışı başarılara doğru gidiyoruz. Baktığınızda, kültürel sermaye noktasında insanların farkındalığını nihayet arttırabildik ama beşeri sermaye konusunda hala döküldüğümüzü görüyorum ve İbrahim Bey’e dönüyorum, sevgili İbrahim Betil'e. Sosyal sermaye eksiğimiz giderilmeden vasatlık aşılabilir mi? Buyurun.
Ben Türkiye'nin nerede olduğuna biraz temas etmek istiyorum. Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisi. Ben bu devleti yüzyıllardır çok başarılı görüyorum. Devletimiz çok başarılı, vasatı sürdürmekte başarılı; en büyük başarısı bu. Bunu da büyük bir bilinçle yapıyor diye düşünüyorum.
Nitekim, burada sizinle paylaşacağım bazı rakamları devletin her kademesi ezbere biliyordur. Ama bunun yıllardır bu şekilde sürdürülmesi, tek tip insan, ideolojik bir formatlamayla bütün bu zenginliklerin yok edilerek götürülmesi, bir bilinçsizlikten mi, yoksa bir devlet tercihi mi? Bu konuya epey kafa yordum ve şöyle bakıyorum: Dış borcun gayrisafi milli hasılaya oranı itibariyle Türkiye'nin konumu beş büyükler arasında bu noktada. Dünyada üretimdeki yerimize bakarsak, sadece bir kere ilk 15’e girmişiz; 17’nci büyük ekonomiyiz. 1980 ile 2010 arasında bir kere olmak üzere, 2000 yılında ilk 15’in içine girmişiz. Kişi başına gelire baktığınız zaman bu 17’nci büyük ekonomide; Kazakistan’dan daha iyi durumda, Lübnan’dan ise gerideyiz. Eğitim, insanı geliştirir diyoruz. Son yıllarda eğitime yapılan katkılar bir miktar arttı ama ona rağmen Türkiye gayrisafi milli hasılada eğitime ayrılan pay bakımından 144’üncü sırada, yani 171 ülke içinde.
Bu stratejik bir tercihtir, başka bir şey değil. Bu bir bilinçsizliktir; bütün bu rakamlar herkesin önündedir. Yetişkin okuryazarlığı bakımından Türkiye, 141 ülkenin içinde, Zimbabwe’nin gerisinde, Libya’nın bir çıt önünde. Eğitimde eşitsizlik var. Türkiye Namibya’nın bir çıt üzerinde, 150 ülke içinde 94’üncü sırada. Okullaşmaya baktığınız zaman Kenya’nın, İran’ın, Namibya'nın gerisinde 115’inci sırada.
Adalet sistemi, hukuk diyoruz, adalet diyoruz; bütçe içinde Adalet Bakanlığı’na ayrılan pay 1,7. 1940’lı yılların sonunda bütçede Adalet Bakanlığı’na ayrılan pay %3,2 iken gerilemiş, gerilemiş, 1,7’ye gelmiş; yani 3,5 milyar dolara. Yaklaşık nüfusu aynı olan Almanya’da adalet sistemine 15 milyar dolar ayrıldığına göre, orada daha fazla mı suç var acaba? Bir sürü savcı açığı var, hakim açığı var, dosyalar birikiyor, tutuklama süreleri uzun, yargılama süreleri uzun. Cezaevlerinde toplam 119 bin kişinin yarısı tutuklu; bunlar 2010 rakamlarına göre ama bugün de fazla bir şey değişmedi. Bu insanlar peşinen cezalandırılmış. Şöyle bir şampiyonluğumuz da var: AİHM’de en fazla mahkum edilen ülkeler içinde birinci sıradayız. Basın özgürlüğünde ise 179 ülke içinde 154’üncü sıradayız. On yedinci büyük ekonomi diyoruz, halbuki Kongo’nun, Güney Sudan’ın, Rusya’nın gerisinde bir ülkeyiz.
Bu da 2012 rakamları: Türkiye'nin basın özgürlüğünde kırmızı alanda olduğunu gösteriyor. Yani en kötü siyah alandan bir çıt iyiyiz. Beyaz en iyisi, sarılar daha iyi, yeşiller var; biz kırmızı alandayız 2012 rakamına göre. 2014'te ise basın özgürlüğünde biz de maalesef en geri grubun içine girmişiz; mavi alanın içindeyiz.
Dünya basın özgürlüğü endeksinde 148’inci sıradayız. En fazla hapsedilen gazetecilerde bir şampiyonluğumuz daha var. Türkiye, İran’dan ve Çin’den daha fazla gazeteciyi hapse atmış durumda. Sosyal sermaye 133’üncü sırada; en dipteki 10 ülkeden biriyiz. İnsanı geliştirmiyoruz; geliştirmemeye özen gösteriyoruz. Yapılan bir araştırmaya göre, kendini bireysel tercihlerde özgür hissedenlerin oranı bakımından dünya ortalaması %73, Türkiye’de ise bu oran %44.
Biz çok güveniriz ya birbirimize; insanların birbirine güven oranı dünyada ortalama %24 iken, Türkiye’de %8. Kimse birbirine güvenmiyor. Arkadaşlara ve aileye güvende, dünya ortalaması %80. “Ben aileme güvenirim, arkadaşıma güvenirim” diyen Türkiye’de ise %69; yani ortalamanın altında.
Kadını ve gençleri dışlamışız toplum olarak. Her şeyi 55 yaş üzeri ortalama yetişkin erkeklerin yönettiği bir toplumdayız. En büyük potansiyel olan gençler ve kadınlar yok. Fiziki şiddet görenler, nüfusun %39’una denk gelen kadınlar. Bunlar Başbakanlık Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü’nün rakamları. Fiziki ve cinsel şiddet %42. Devlet de biliyor bunların böyle olduğunu. Erken evlilik, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da %68. On beş yaş altı genç kızlar bir tane ineğe karşı, yok bir tane damızlık hayvana karşı verilecek satılık maldır başlık parası karşılığı.
Cinsiyet eşitliği bakımından Zambiya'nın altındayız. Orta öğretimde kızların erkeklere oranı 152 ülke içinde 125’inci. İş yaşamına kadınların katılımında Türkiye 177 ülke içinde 165. sırada. Kadınlar iş yaşamında da yok. İşte buyurun, iş yaşamında bulunduğumuz yer bu sarı çizgi; Türkiye'nin Pakistan ile Mısır arasında kalan yeri. Türkiye’de kadınların iş yaşamına katılımı %28. Fakat acı olan, şu sağ yuvarlakta görüyorsunuz, 1980’lerde erkeklerin işgücüne katılımıyla kadınların işgücüne katılımı %50’ye yakınken, kadınların işgücüne katılımı, 2006’da %22’ye düşmüş. Burada tabii biraz köyden şehre göçün de etkisi var ve kadınların Meksika ile birlikte ücret verilmeden en fazla çalıştırıldığı iki ülkeden biri Türkiye. Parlamentonun bugün geldiği noktada, kadınların en fazla temsil edildiği orana ulaşıldı; o da Türkiye'yi 144’üncü sıraya ancak getirebildi.
Yani bu bugünün meselesi değil. Devlet stratejisinden bu yüzden bahsediyorum; devlet çok başarılı bu vasatlığı sürdürmekte.
Peki, sorumlu kim? Devlete mi bırakacağız bu toplumun gelişimini, bu potansiyeli, bu farklılıkların zenginliğini. Burada öncelikle sivil toplum çok önemli ama ne yazık ki Türkiye'de sivil toplum -ki demin örgütlenme olarak ifade edildi- korkulan bir olgudur. Amerika'da 1,6 milyon, nüfusu 9,5 milyon olan İsveç’te 190.000 adet sivil toplum kuruluşu bulunuyor, Türkiye'de ise bu rakam 105.000. Bu da Türkiye'de sivil toplumun manzarasını gösteriyor. Yakın zamana kadar yerel makamların, kaymakamların, valilerin düdüğüyle kapatılabiliyordu dernekler. Bu hükümet bunu değiştirdi, şimdi bunun için mahkeme kararı gerekiyor ama bugüne kadar 147.000 dernek kapanmış veya kapatılmış. Nüfusumuzun ne yazık ki çok az bir kısmı sivil toplumun içinde; orada da kadınların sayısı son derece az. Kadınlar oradan da itilmişler.
Bir soru soralım: Son bir ayda tanımadığın birine yardım ettin mi? Türkiye çok yardımsever bir toplum. Halbuki dünya ortalaması %45’ken, bu rakam Türkiye’de %30. Yani bu da yok. Gönüllü bir işte çalıştın mı son bir ayda? Dünya ortalaması %19, Türkiye %4. Gönüllü çalışmalara katılımda, bağış yapmakta Türkiye'nin durumu yine dünyanın çok gerisinde; ülkemiz insani kalkınma endeksinde de 90’ıncı sırada.
Sosyal yardımlaşma fonu hakkında şu soruyu sormak istiyorum: Yerel insanın üretimine destek vermek için kullanılan sosyal yardımlaşma fonunu biraz değiştirsek. Yılda toplam 25-30 milyar liraya yakın para, insanlara 200-300 lira şeklinde dağıtılıyor. Bundan vazgeçsek; tarımsal pazarlamayı, hayvancılığı teşvik etsek, kadının toplum içinde daha fazla etkin olmasını, eğitim dünyasında cinsiyet eşitliğini desteklesek. Meslek kuruluşları için sanayi ile mesleki eğitimi biraya getirsek, eğitimi merkezi yönetimden uzaklaştırsak, Adalet Bakanlığı’nın bütçesini arttırsak, hukuk ve yargı bağımsızlığını genişletsek. Bütün bunların yapılması gerektiğini herkes biliyor ama bence bunlar özellikle yapılmıyor. Ben herkesin çok zeki olduğunu düşünüyorum; devleti yönetenler de çok yetenekli kimseler. Stratejik bir tercihtir bu. Bunun altından kalkabilmemiz için sivil toplumu güçlendirmemiz gerekir.
Teşekkür ediyoruz sevgili İbrahim Betil’e. Şimdi sıra, sıradışı bir adama geldi. Sevgili İshak Alaton, çok net soracağım, çok açık cevap istiyorum. İki sorum var. Bir: Vasatlık hapishanesinden neden kaçtın, rahat mı battı? İki: Nasıl kaçtın? Kaçış planların nedir? Bizimle paylaşır mısın? Buyurun.
Hapishane dedi Şeref Oğuz kardeşim, garip bir şey aslında. Ben hep içimde bu şeyi taşıdım ama hiç dışarıya aktarmadım. İlk defa bu içimdeki gerçekle yüzleştirdi beni Şeref. Neden, çünkü 1938, ben o zaman 10 yaşındaydım. 1950’ye kadar, yani Atatürk öldükten sonra Türkiye’nin kaderi de değişti, havası da değişti ve benim için Türkiye bir hapishane oldu. 38’den 50 yılına kadar Türkiye ötekiler için yani makbul, devletin yanında görülen vatandaşlar dışında kalanlar için, yani bunun içinde Aleviler de var gayrimüslimler var, bir hapishane oldu.
Mesela size basit, ufak bir misal; 1947 yılında Amerikalılar Marshall yardımı getirmeye başladılar Türkiye'ye ve baktılar ki Türkiye Cumhuriyeti kendi vatandaşlarına farklı muamele ediyor, farklı bakıyor. Kendi vatandaşları, mesela lise mezunları yedek subay olabiliyor, ama gayrimüslimler yedek subay olamıyor. İnönü hükümetine ilk empoze ettirdikleri, zoraki kabul ettirdikleri karar belki de, bütün vatandaşlara eşit muamele edilmesi oldu ve hükümet mecburen kabul etti. İlk yedek subay okuluna giden gayrimüslim 3-5 genç içinde ben de vardım. İlk defa bir gayrimüslim yedek subay oldu. Yedek subay olarak mezun olup, Polatlı Topçu Okulu’nda İngilizce tercüman olarak göreve başladım; uzun hikaye…
Benim için Türkiye bir hapishaneydi. Ama kimseye bunu açıklamadım; içimde kaldı. O noktaya şimdi geldim. 1950 yılında karar vermiştim ben bu hapishaneden kaçacağım diye. O zaman 20-21 yaşındaydım. Bir yolunu buldum, İsveç’e gittim 3 sene kaldım. Sosyal demokrat gençlik koluna yazıldım; onların akşam kurslarına gittim. Sosyal demokrat bir İsveç nasıl gelişir, nasıl yaşar, vatandaşına nasıl hizmet verir, gençlerini nasıl eğitir? Düşünün ki bir parti, akşam kurslarıyla partisine inanan gençleri eğitiyor; ben de o eğitimin içinde yer aldım.
Bakın, bu panelin bana da bir faydası oldu. Vasatlıktan kurtulmanın tek yolunun eğitimin gelişmesi, düzelmesi, o en düşük seviyelerden biraz yukarıya çıkması olduğunu ve özel sektörün ve sivil toplumun buna katkısını dile getiren başta İbrahim Betil hocamız ve Adnan Bekir Ağırdır olmak üzere, herkese ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Hakikaten, ben de inanıyorum ki Türkiye'nin kurtuluşu sivil toplumun ve özel sektörün eğitime getireceği devrim ile olacak. Yani bir şeyleri kökten değiştirmemiz lazım, onu da izah etmek istiyorum.
Eğitim neden bu kadar topallıyor Türkiye'de? İbrahim Betil bunu çok iyi izah etti, bu bir felsefedir, bir politikadır ancak burada aynı zamanda bir çelişki de var. Aynı bugünkü hükümet, geçen sene bu andımızı kaldırdı ve bu sefer de milliyetçiler buna karşı çıktı. Halbuki bütün çocuklara her sabah “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye tekrar ettiriliyordu. O ezberleri tekrarlamaktan kurtarmamız lazım artık. Çocuklarımızı ezber öğrenen ve bunu papağan gibi sınıfta tekrar eden değil, sorgulayan, soru soran ve merak eden gençler olarak yetiştirmemiz lazım.
Bizim uzun vadeli hedefimiz, eğitim sistemimizin felsefesini daha evden başlayarak değiştirmek; çocukları soru sormaya teşvik etmek. Halbuki ben biliyorum ki birçok okulda soru soran çocuğu cezalandıran öğretmenler neredeyse makbul. Ceza görmüyorlar, ikaz edilmiyorlar. Halbuki çocuğun soru sorması lazım ki merakı artsın.
Gelelim bugünkü mevzuya. Vasatlıktan nasıl kurtulacağız? Vasatlıktan kurtulmanın yolu, bence bu eğitim düzeyini değiştirip, bir taraftan da sorgulamayı ve “neden böyledir?” sorusunu tartışmayı da geliştirmemiz, öğrenmemiz. Ben hayat boyu bunu öğrendim. Mesela, İsveç’e gittiğim zaman, dediğim gibi, üç sene orada kaldıktan sonra şunu öğrendim ki merak denen olay, yani öğrenmek, sorgulamak, gerçeği bir daha gözden geçirmek, acaba bu gerçeğin arkasında hangi ikinci gerçek var diye düşünmek, hep skeptik yani şüpheci davranmak, müthiş bir zenginlik bana sorarsanız. Bu sayede, her gün yeni bir gerçekle karşılaşıyorsunuz. Benim merakım zaman içinde o kadar gelişti ki. Yaş ilerledikçe de büyüyor bu merak, öyle ki bugün bile ben çok rapor okuyorum.
2000 ile 2050 yılı arasındaki fütürolojik gelişmeler nasıl olacak, nasıl bekleniyor diye neredeyse sabit bir fikir oluştu; obsesyon haline geldi. Vakit olursa, ikinci turda sizlere bu Sanayi Odası’nın mevzuu içinde, Türkiye'nin bugünkü üretim vasatlığından çıkıp, yarınki dünya ekonomisine beyin gücüyle katkıda bulunacak saygın bir ülke olması yolundaki projelerimi 5-10 dakika içinde anlatmak istiyorum. İçimde kalmasın bu.
İkinci turda size 2050 yılıyla ilgili öngörülerimi de anlatacağım. Çünkü biliyorum ki, ben o seneleri yaşamayacağım ama sizler yaşayacağınıza göre, size yol göstermek istiyorum. Bitirdim ben. En az konuşan ben oldum.
Teşekkür ederim. Rahat batmış, ikincisi de merak törpüsünü kullanmış parmaklıkları keserken. Fakat ömür törpüsü olmuş, hala merakı bırakmamış, ikinci dönemde bize bunu anlatacak.
Soru noktasına gelince; Türkiye Zeka Vakfı olarak 20-25 senedir bu soru ve merak üzerine konuşuyoruz, tartışıyoruz. Bir çocuk okul düzeyine gelene kadar günde ortalama 402 soru soruyor. O nedir, bu nedir gibi ebeveyni bıktıran sorular, her şeyi merak ediyor vs. Sonra okula geliyor, “öğretmenim bu öğrendiğim bilgiler hayatta ne işime yarayacak?” diyor. Öğretmen diyor ki, “bana da söylemediler, öğrenirsen bana da söyle.” Üniversiteye gelince ise o 402 soru tek bir soruya iniyor: “Sınavda ne çıkacak?” Sonra da bizi vasatlığa mahkum ediyorlar.
Şimdi ikinci turda tek bir soru soracağım bütün konuşmacılara. Bekir Bey, sizden başlıyorum. Vasatlık kader değil bir tercih ise bunu nasıl aşacağız?
Ben kader olduğuna inanmıyorum. Yani biraz önce rakamları verdim ama buradan karamsarlık üretelim diye değil. Vasatlığa razı olmamızın bir sebebi var dedim. Dolayısıyla, bunu aşmanın yolu, daha net söyleyeyim, Türkiye'de devleti baştan aşağı değiştirmektir, bir. Bütün yönetim ve karar mekanizmalarını baştan aşağıya adem-i merkeziyetçi bir düzene oturtmak, yani yerelleşmeye kapı açmaktır, iki. Çünkü şimdi deniyor ki “efendim, bu toplum eğitimsizse, mesleksizse, bütün bunları nasıl yapacak?” O yüzden de bunun başlangıç noktası, önce bu topraklardaki 76 milyonun duygusuna, umutlarına, bilgisine, becerisine, hünerine, korkusuna saygı duymaktır. Onları yargılayarak, suçlayarak değil. Çünkü hayatın antrenmanı yok. Yani bu toplumda “iyi üniversite mezunları şu orana gelsin de, öyle” falan diyemeyiz. Ne kadar hayatımıza dair kararları bizim verdiğimiz, örneğin bir mahalledeki parkın ne yapılacağını o mahallelinin tartışmasına imkan veren bir düzen kurabilirsek, bugünkü bu kaygıları, korkuları, birbirimizi anlamamaları, kutuplaşmaları da o kadar aşar, gerçek sorun konuşmaya başlarız. Birinci karar yanmış olabilir ama ikincide doğruyu öğreniriz hep beraber.
Halbuki bizim devlet nizamımız ya da eğitim nizamımız, sadece bugün değil hep böyle; oldum bittim, vatandaşa devlete karşı ödevlerini öğretmek üzerine kurulmuş. Vatandaşın muhakemesini, bireylerin eğitimini, merakını geliştirmek üzerine kurulu değil. Bizim eğitim sistemimiz, vatandaşa devlete karşı ödevlerini öğretmek üzerine kurulu. Onun için bu meselede, sadece “bunu yapalım da 12 yıl sonra bakarız” yaklaşımından medet umamayız.
Diyelim 1981 yılında Türkiye'de 310 bilgisayar vardı, bir de bugünün dünyasında mevcut cep telefonu veya bilgisayar sayısına bakın. Toplumun ve insanlarımızın öğrenme yeteneği devletten bağımsızlaştı. Üstelik göç sayesinde, bu kentleşme, metropolleşme sayesinde bütün farklılıklarımızı yaşıyor ve biliyoruz; bilmiyor değiliz. Bizim sorunumuz, devletten korkmak veya ötekilerden korkmak, yoksa bilmediğimiz için değil.
Bunu şirket bazında konuşunca yönetişim diyoruz ya işte, ya da şirket bazında da adına merkeziyetçilik, kültürel farkları dikkate almak diyoruz. Matrak tarafı ya da bana matrak gelen tarafı, hani Sanayi Odası önünde olduğum için bunu söylüyorum, şirketlerinde bunu yapan insanların, yani son 30 yıldır “yeniden yapılanma gerekir, müşteri değişti, toplum değişti” diye logolarını bile daha dinamik hale getirmeye çalışan bütün işadamlarının, şimdi devleti değiştirelim deyince direnç göstermeleri; bu bana sürprizli ve şaşırtıcı geliyor. Yani bir bankanın, “logomuzu daha dinamik yapalım” çabasını üreten gerekçeler ne ise “devleti değiştirelim”i üreten gerekçeler de aynı aslında. Ama aynen biraz önce söylediğim gibi, bireysel hayatında hayalci umutları olan, cesur adımlar atan insanlar, ülke hayatına gelince başka etkilerle, başka kaygılara, korkulara teslim oluyor. Dolayısıyla bunu yapamıyoruz.
O yüzden Türkiye'de ulaşmamız gereken şey aslında, çerçeve raporunda çok doğru olarak altı çizilmiş olan bütüncüllük. Yani aslında, biraz önce İbrahim Bey’in de söylediği gibi, bu sözünü ettiğimiz problemlerin birçoğunu hangi dilden, hangi makamdan, hangi seviyede konuşursak konuşalım, hepimiz aşağı yukarı biliyoruz; herkes de biliyor.
Sonuca ulaşamıyor olmamızın sebeplerinden bir tanesi, bütüncül bir ütopyaya sahip olmamamız. Yani vergi reformu, diyelim serbest meslek diye dokunduğunuz anda, onlar ayağa kalkıyor. Ama bütüncül, aynı anda 76 milyonu ilgilendiren vergi reformunu yapmıyorsanız, hep bir tarafa dokunan ve onları ayaklandıran veya muhalefete çeken başka bir şey oluyor. O yüzden bütüncül bir ütopyaya ihtiyacımız var bizim. O ütopya, yani Türkiye'nin 2014 Mayıs ayındaki ütopya, yeniden biz olmaktır. Çünkü şu anda kabul edelim ki, siyasi gerekçelerle veya başka kültürel kimlik gerekçeleriyle, hem siyasetimiz kimlik siyasetlerine hapsoldu, hem de toplumda da, siyasette de, ülkeyi yönetenlerde de biz duygusu parçalandı. O yüzden yeniden biz olma ütopyasını üretmek durumundayız. Bunu sağlamanın yolu da hukuku, devleti ve yönetimi demokratikleştirmek, katılım mekanizmalarının önünü açmak ve yerelleştirmektir.
Bu kadar sade bir yerden bakınca, sadece gündelik hayatın ihtiyaçlarında ne değişti diye baktığımızda bile, örneğin bugün Bakırköy’ün 85 bin nüfuslu mahallesi ile Denizli’nin Çal kasabasının Selcen köyünde aynı muhtarlık kanununun geçerli olduğunu görüyoruz. Bugünkü kanunlarla, yanlışım varsa sayın hocam düzeltsin beni, bugünkü var olan düzende bile imar bakanının isterse Denizli’nin Çal kasabasının Selcen köyündeki kümes inşaatına müdahale etmesine izin veren kanun maddeleri var bu ülkede.
Dolayısıyla, bütüncül bir değişime ve yeniden yapılanmaya ihtiyacımız var. Ama bunun için toplumun önüne, hepimizin önüne yeniden “biz” diyeceğimiz, yeniden biz hissedeceğimiz bir bütüncüllük gelmeli. Çünkü biliyoruz ki, “biz” derken kimi içki içenleri saymıyor, kimi Kürtleri saymıyor, kimi Alevileri saymıyor, kimi başörtülüleri saymıyor; hepimizin “biz” duygusu parçalandı. O yüzden yeniden biz ütopyasını toplumun önüne koyacak; hukuku, devleti ve yönetimi yeniden yapılandıracak bütüncül bir projeye ihtiyacımız var.
Teşekkür ederiz. Evet sevgili Nazım Ekren. Aynı soruyu yineliyorum. Çok net, vasatlık kader değil, bir tercih ise, bunu nasıl aşacağız? Buyurun.
Sayın Başkan, teşekkür ediyorum. Konuşmamda çok özet olarak belirtmiştim ama bu somut soruya çok daha somut cevap vermek gerekir; çok da sulandırmamak, bulandırmamak lazım. Sayın Betil’in de ifade ettiği gibi, eğer mevcut durumu bir stratejik tercih, ya da teknik bir tasarım sonucu olarak görüyorsak, üzerinde durmamız gereken en kritik soru, bu tasarımı yeniden tasarlamak olmalı.
Ne demek istiyorum? Bütüncül olarak bakabiliriz. Bütüncül olarak baktığınızda, eğer Sanayi Odası bağlamında tartışıyorsak, vasatlığın sadece ekonomik ve finansal yapılanmayla sınırlı olmaması lazım. Ona indirgemek istersek, ekonomik ve finansal yapılanma tasarımında ne olacak diye baktığımızda, hem kendi ülkemizde, hem diğer ülkelerde yapılan en kritik hata şu olmuştur: Sadece bir sektörü yeniden yapılandırmaya çalışmışızdır. Örneğin geçmişe baktığımızda, ya bankacılık finans- sektörüyle ilgilendik; reel sektörü yapılandıracağız dedik yapamadık, iş gücü piyasalarıyla herhangi bir adım atamadık. Dolayısıyla, kamu otoritesi de sonuçta, bu kadar komplike bir süreçte üstleneceği rol ve fonksiyonu tanımlayamadı.
Eğer sadece reel sektör bağlamında, sanayi bağlamında düşünüyorsak, ekonomik ve finansal yapılanmayı ayrı düşünmek lazım. Az önce ifade edildi, tartışıldı, çok net şeyler de söylendi. Sosyal ve kültürel sermaye bağlamında da bir başka modelle çalışmamız lazım; hukuksal ve siyasal bir modeli de mutlaka oluşturmamız lazım.
Böyle bakıldığında, eş anlı ve entegre yaklaşım dediğimizde, en azından anlamamız gereken temel husus şu: Vasatlık bileşik kaplar gibi, sadece bireyde, şirkette, devlette değil; hepsinde aynı anda ortaya çıkan bir sonuç, bir tercih, bir yaklaşım, bir politikaysa; bunun değişimi için de tümünü kapsayacak yeni bir tasarımın, yeni bir modelin tartışılması lazım. Buna ilave olarak da, eğer bu tasarımlar bitiyorsa veya kafamızda kurgulamışsak, korkular ve endişelerle ilgili olarak, düzensizlikle şiddetle de ilgili bir model bulmamız lazım.
Bir kamu özel sektör yönetişimi bulmamız lazım ve önümüzdeki günlerde çok tartışacağımız, gerçekten de merkezi ve yerel yönetimler mimarisiyle de ilgili bir zihinsel ön hazırlığımız da olması gerekir. Sonuçta, elbette kaliteli farklılığı üretebilmek için bireylerimizin, şirketlerimizin, kamu otoritesinin özgür olması kaçınılmazdır. Ama bu özgürlükleri de kullanabilecek uygun bir ortam içinde evrensel kurallar ve kurumlar seti gerekir.
Ne demek istiyorum? Yasasından tutun düzenlemelerine kadar kaliteli farklılık üretecek, esnekliği sağlayacak modeli mutlaka bulmak gerekiyor. Bu çerçeve içinde en önemli büyülü kavram da konsensüstür. Yani hem burada tartıştığımız, düşündüğümüz, isterseniz yeniden yapılanma deyin, ister tasarlama, ister kurumsal ve fonksiyonel kapasiteyi güçlendirme için, hem de toplumu bireyi oluşturan en küçük hücrelerinden en etkili birimine kadar tamamının düşüncesini, tercihini ve fikrini en azından yansıtabileceği bir ortam oluşturabilmek için iyi bir konsensüs modeli bulunmak lazım. Ben de sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Çok teşekkür ediyoruz, sevgili Nazım Ekren. Evet aynı soru size de geliyor, vasatlık bir kader değil, bir tercih ise, bunu nasıl aşacağız, buyurun efendim.
Yukarıda bir resim sergisi yaptık. Orada şöyle bir şey düşündük. İnsanlarımızın görsel hafızasına seslenmek istedik. Çünkü ezberci bir eğitim sisteminden geliyoruz, mesela İstanbul'un fethinin tarihini sorduğumuz zaman, çocuklar hemen “1453” diyor, size cevap verebiliyorlar. Otuz yıllık interland içinde “dünyayı değiştirecek önemli bir şeyler söyle bana” dediğin zaman, hiç kimsenin aklına, çok iyi bildikleri halde, Amerika'nın keşfi asla gelmiyor. Çünkü analitik düşünebilme kabiliyetiyle yetişmiyorlar. Az evvel de söylediğim gibi, Milli Eğitim Bakanlığı’na baktığın zaman, tarif ediyor: Nasıl bir insan, kime uyacak, kimin görüşünde olacak? Ama şöyle girmiyor mesela: “özgür düşünebilen, analitik düşünme yeteneği olan, mukayese edebilme kabiliyeti olan.” Asla böyle bir şey yok. Şimdi bunu böyle gördüğün zaman, çok böyle üzerinde düşünülerek bulunması gereken bir şey değil. Olmadığına göre, yani bir insanın özgürlüğü de bireysel gelişiminde çok önemli olduğuna göre ve bunu en basit zekada bir insan da bilebileceğine göre, bunun böyle yazılmamasının bir sebebi var.
Oradaki tablolara, resimlere baktığınız zaman, 1800’lü yıllara gidin bakın, Sanayi Devrimi’nden itibaren dünyadaki 5-6 tane ülkenin değişimlerini yan yana koymaya çalıştık Oraya baktığınız zaman, bazı ülkelerin değiştiğini, bazı ülkelerin değişmediğini görürsünüz. Hatta başka tablolar da koyabilirdik, bazılarının aynı yerde kaldığını, Afrika'dan Namibya filan koysaydık, gerçi İbrahim Bey öyle tablolar söyledi ki, ondan da korkmaya başladım ama.
Şimdi bu neden kaynaklanıyor? Bunu yapan kim diye baktığınız zaman, bunu yapan insan ve bu değişimleri sağlayanlar, “Kalkın hep beraber değişiyoruz arkadaşlar, hepimiz ar-ge’ci olduk” şeklinde bir değişim yaşamıyor. Bunların içinden birileri çıkıyor ve pek çok şeyi değiştiriyor.
Kapitalizmin özünde şöyle bir şey var. Bir toplumun en akıllı, en çalışkan, en zeki bireyleri yok mu, var. Benden akıllı bir sürü insan var, bir sürü benden çalışkan insan var, bir sürü zeki insan var. Eğer ben akıllı bir patronsam, bunları bulup, toplayıp, bunlarla iş yapmaya çalışırım. Bu insanları alıyorlar, en iyi yerlerde, en iyi okullarda yetiştiriyorlar. Ama aynı zamanda sistemin önüne koyuyorlar. Bizde ise nerede vasat var, sistemin önüne duvar gibi, Çin seddi gibi diziyoruz. Bütün bu mekanizmaları harekete geçirecek olan sistem bu; o zaman buradan ümidimizi keselim.
Şöyle hayal ediyorum: İnsanlarda bu birilerini yönetme merakı öylesine azgın bir hale geldi ki bu özellikle gelişmekte olan ülkelerde beni çok şaşırtıyor. Onlara hayatta başka şeylerin de olduğunu anlatmak lazım ve hayatta başka şeylerin de olduğunu bilen insanlara da belki hizmetlerimizi yaptırmamız lazım. Belki o zaman başka kapılar açılır.
Son örneği şöyle vereyim: Kore’nin kişi başı milli geliri 80 dolarken, Afrika'da Gana’nın 180 dolar, Türkiye'nin ise 380 dolar. Bakın bir şey söylüyorum size. Yani ne oluyor da Gana, Gana’lığını devam ettiriyor, Kore başka bir yere gidiyor? Peki bizim yaptığımız şey nedir? Çok net söylüyorum; dünya ticareti büyüyor ve biz de ondan bize düşen, daha doğrusu bize atılanı topluyoruz ve bunun adına da ekonomik gelişme diyoruz, değil mi? Ekonomik gelişme. Yaşımız da otomatikman gidiyor zaten. Yani siz, “bu sene 54 yaşına geldim, rekor kırdım” diyen birini tanıyor musunuz? Ben tanımıyorum. Tabi ki bir toplum, mukayese etmekten uzaksa, ona her şeyi verirsiniz.
Bu değişimi sağlamanın ana dinamosu, devleti küçültmek, özgürlükleri azami miktara getirmektir. O zaman bu toplumun içinden birtakım rol modelleri çıkacak, o özgürlüklerden ve fırsatlardan faydalanan ve diğerlerinin imreneceği yaşam biçimi formatları oluşturacak; diğerleri de ona özenecek, oraya doğru gitmeye çalışacak. Ben böyle bir model öneriyorum. “Ümitli misin?” dersen, yani ümitsiz de yaşanmıyor be Şeref Bey.
Teşekkür ediyoruz. Ümit her şeydir ama asla bir yöntem değildir. Aynı soruyu sevgili İbrahim Bey’e soruyorum. Vasatlık kader değil bir tercih ise bunu nasıl aşacağız?
Şimdi, vasatı yönetmek tabii çok kolay olduğu için, demin de söyledim, devletin tercihi bu yönde. Sivil toplumun burada güçlenmesi lazım. Sivil toplumun güçlenebilmesi için özellikle özel sektörün, yani İSO gibi güçlü kuruluşların, sivil toplum kuruluşları ile çeşitli işbirliklerine girmesi lazım. Sanayi Odası, bunu toplu olarak yapmak istemeyebilir ama buradaki şirketler yapabilir. Bu sivil toplum kuruluşları ile işbirliğine girerken, mutlaka seçici olmak durumundalar. Özel sektörün şeffaf, hesap verebilir olan, gizli gündemi olmayan sivil kuruluşları; herhangi bir ideolojik duruşu olmayan sivil kuruluşları seçerek bu desteği vermesi lazım. Eğitim alanı başka türlü gelişmez. İnsan hakları başka türlü gelişmez. Kadının toplumun içine girmesi başka türlü mümkün olmaz; kadın hakları başka türlü gelişmez. Bu toplumu başka şekilde götüremeyiz.
Her şeyi devletten bekleyip, “devlet baba her şeyi doğru yapar” anlayışı ile gider isek, o zaman biz 50 yıl sonra benzer sahnelerde aynı şeyleri torunlarımızın konuştuğuna şahit oluruz; bir şey değişmez. Elli yıl öncesine bakıyorum; değişen ne var? Bugün değişen ne var? Sivil toplumun gücü açısından hiçbir şey yok. Ben 68 mezunuyum; 68'de üniversitelerdeki baskının ne olduğunu bilen bir kişiyim. Bugün aynı baskı var. Gençlere “örgütlenmeyin, ne işiniz var sivil toplum kuruluşlarında bir araya geliyorsunuz” deniyor. Dışlamak neyse, bizim dönemimizde de, 50 yıl önce de aynı şeydi, değişen bir şey yok.
O nedenle, burada özel sektörün mutlaka ve mutlaka “bana ne” demeden bu sorumluluğu üstlenip, güvenebileceği kuruluşlarla biraz daha yakın işbirliklerine girmesi ve yasa yapıcılara öneri geliştirebilecek modelleri desteklemesi gerek bence.
Çok teşekkür ediyoruz İbrahim Bey. Sevgili İshak Alaton, aynı soru size.
Benim somut bir teklifim olacak ama önce İbrahim Betil'in söylediklerine dönmek istiyorum. Kendisini dikkatle dinledim ve tam son konuşmacı olarak sizleri eve yollarken, olumlu, güzel, bugünkü Soma olayına rağmen sizleri ileriye umutla bakacak küçük bir mesajla göndermeyi aklıma koydum derken, İbrahim’in o “68 mezunuyum, değişen fazla bir şey yok” deyişini düşündüm de, haklı, adam çok haklı. Zaten İbrahim Betil’in bir özelliği var. Böyle dobra dobra, pat pat gerçekleri söyler. Bir bakıma çok iyi tabi, başarılı bir bankacı olarak tanıdım bu adamı. Sonra zamanla bir kriz geldi. Namusunu kurtarmak için gömleğini bırakıp çıplak ayakla kaçtı, daha doğrusu kaçtı değil, güzel bir şey etti; “İllallah!” dedi, bankacılığı terk etti ve kendini topluma verdi. Yani bir toplum gönüllüsü askeri diyebilirim ben İbrahim'e, çok takdir ederim, çok büyük saygım ve sevgim var ve her zaman destekledim İbrahim Betil’in sivil toplum çalışmalarını. Hatta hep böyle yüreklendirmeyi de kendime görev bildim. Bu İbrahim Betil ile olan özel ilişkim, burada dile getirmek istedim.
Şimdi size olan mesajıma geleyim. Biraz da Adnan Bey’in bizim bu Sanayi Odası’nın çatısı altında vasatlıktan nasıl kurtuluruz sorusunun sebebini araştırdım kendi içimden. Neden vasatlığı dile getiriyor bu adam bugün. Haklı, fakat geri planında ne var?
Bence geri planında şu var. Bir, hem Adnan’ın, hem Sanayi Odası’nın, hem de iş dünyasının Türkiye'den endişesi var. Hakikaten vasatlıktan kurtulmaz isek, dünyanın en geri kalmış ülkelerinden biri olma riskimiz var. Bakın afur tafur büyük hedefler; 2023’te 500 milyar dolar ihracat bir hedefti. Geçen sene çok konuşuyorduk, iki sene önce bu ortaya atılmıştı, ben de inanmıştım ve o inançla da, ben de birkaç yerde bunu dile getirdim. Bu olur diyordum ama zihinsel bir devrim lazım ve o olmadı. Zihinsel devrimin olmaması için bütün tedbirler alındı.
Politikaya girmek istemiyorum. Yalnız rakamları konuşturayım. Üç sene önceki ihracatımız 152 milyar dolar, iki sene önceki 152 milyar dolar. Şimdi bu son sene 150’nin içinde kalıyor. Dokuz sene sonra 2023 geliyor; yani o bizim 500’e gelmemiz rüyasını unutun, 400’ü de unutun, 300’ü de unutun bence. Böyle bir durumdayız.
Ama bir çıkış yolu da var. Önümüzde iki yol var. Ya raporun baş teması vasatlıktan kurtulamayacağız, vasat kalacağız, vasat kalırsak da 200 milyarı bile bulamayacağız. Bu arada ihracat, ithalat arttığı için de, açığımız, belki biliyorsunuz, ilk defa 100 milyar doları buldu. Geçen seneki açığımız 100 milyar dolardı. Korkunç bir şey. Bu gelecek senelerde daha da artma temayülünü gösteriyor. Yani bizim bir tek kurtuluşumuz var önümüzdeki dönemde, o da vasatlıktan kurtulmak. Bunun için de zihinsel bir devrime ihtiyacımız var. İşte o okuduğum raporları size aktarmak istiyorum.
2000 yılı ile 2050 yılı arasındaki trendleri fütüroloji ilmi analiz etti ve bazı çarpıcı neticeleri ortaya koydu. Beni çok heyecanlandırdı. Mesela insan nüfusu; 7 milyar olduk geçenlerde. Ben lisedeyken 3 milyardık. Düşünebiliyor musunuz, ben lisedeyken 3 milyardık, şimdi 7 milyar olduk. Bundan 35 sene sonra, 2050’de ise 9,5 ile 10 milyar olacağız ve şehirlerde yaşamak korkunç bir şey olacak. Şehrin bir yerinden başka bir yere gitmek mümkün olmayacak. Bunun bize tesiri, en büyük ihracat malımız olan otomotiv alanında biliyorsunuz.
Otomotiv, o da 3-4 senedir, 17-18 milyarlarda dolaşıp duruyor; önümüzdeki yıllarda da gittikçe daralacak. Çünkü “On sene sonra dünyada sadece beş marka kalacak” diye bir demeç verdi Nissan’ın, Renault’nun başkanı. Dedi ki, “On sene sonra beş marka kalıyor bütün dünyada, Çin de dahil, Amerika ve Avrupa dahil.” Yani bu arada Türkiye'nin otomotivde esamesi okunmayacak. Arabaları satılamayacak. Üstelik görmek lazım ki otomotiv ihracatımızın ekonomimize katkısı içler acısı; %3 ile %4 arasında. Birçok malzeme ithal edildiği için bu böyle, çok da konuşulmuyor. Otomotivin katkısı bu kadar düşükken, vasatlıktan kurtulmanın yolu, muhakkak otomotiv gibi tekstil gibi şeyleri terk etmekten geçiyor. Onun yerine beynimizi kullanmak, akıllanmak, gençleri dünyaya açmak gerekiyor.
Peki, 2000 ile 2050 yılları arasında neler oluyor? 2050’de gıda ihtiyacı %55, enerji ihtiyacı ise %90 ile %100 arası artıyor. Yani bugün 2000 yılında ne kadar harcamışsak fert başına, 2050’de iki katını harcayacağız. Fakat sağlık dediğiniz zaman, yani insan sağlığıyla ilgili doğrudan ve dolaylı, prevantif, yani önleyici ve küratif, yani tedavi edici sağlık yatırımlarında beklenen yatırım artışları %1800. Yani yatırım 18 misli çoğalacak. Neden? Çünkü bir defa, insanların adedi artıyor; dediğim 9,5-10 milyara çıkıyor. İkincisi ise ömür beklentisi uzuyor. Bugün birçok ülkede ömür beklentisi 90, 100 yaş. Bakın ben karşınızdayım, 87 yaşındayım, 90-95'i görüyorum. Sağ olun, bana benzin verdiniz en az bir aylık.
Yani ben diyorum ki çocuklarınızı eğitme yolunda bir taraftan sorgulayan insanlar olarak yetiştirirken, diğer taraftan da insanların ileride beklentilerinin ne olacağı hakkında fütürolojiye yönelmelerini isteyin. İleriyi merak etsinler. Ben ileride hayat nasıl olacak çok merak ediyorum ve görüyorum ki insanlar sağlığa çok önem verecekler. Dediğim gibi prevantif, daha iyi yaşam şartları, daha iyi hava, az kirlilik, daha iyi gıda olacak; bu arada hastalıkların da çareleri bulunacak. Alzheimer, Parkinson, kanser, bütün bunlarda müthiş araştırmalar, müthiş umut verici olaylar, hücrelerin yeniden üretilmesi söz konusu.
Toparlayayım, sizleri fazla yormayayım. Adnan Bey’in getirdiği bu soruların içinde de, hatta bu sabahki beyin eşitliğinde de gördünüz. Hatta güzel bir şaka da yaptı, dedi ki “Bil Gates Türkiye'de doğmuş olsaydı bir inşaat şirketinin başkanı olurdu.” İşte biz bunu değiştirelim, bu vasatlıktan çıkalım. Ben de inşaat şirketlerinin içindeydim ve bu yaşıma geldiğim zaman dedim ki, “bunun dışında da bir hayat var”; bunun dışında da bir arayış olması lazım çocuklar için, gelecek kuşaklar için. Onlar, yani sizler, yeni kuşaklar, fütüroloji içinde Türkiye'yi vasatlıktan kurtarmak için hangi yolları geliştirebilirsiniz; beyin gücünden nasıl artı değer elde edilir, ben buralardayım.
Ben stent kateter balon yapan bir şirket kuruluşu içinde yer aldım sekiz sene önce. Müthiş bir gelişme gösterdi. Dünyaya açılan bir şirket oldu ve beyin gücü Türkiye'de bulunamadığı için, gittik Hollanda’dan teknisyenlerle, orada bir ar-ge merkezi kurduk. Ankara’ya da haber verdik. Sonra gittik İtalya’da bir şirket satın aldık, onu da devreye soktuk. Bir dünya şirketi haline geldi şimdi bu.
Yani demek istediğim, Türkiye'yi bugünkü sınırları içinde hapsetmeyelim. Türkiye'yi bir dünya ülkesi olarak görmek için, gelen kuşağı bu zihniyetle, dünyaya açılan insanlar olarak yetiştirelim. Eğer devlet bizim yanımızda değilse, bugünkü şartlarda özel sektör olarak, özel liseler, özel üniversiteler olarak eğitim sisteminin sorgulayan bir zihniyet içinde yeniden yapılanmasını temin edelim diyorum. Şeref Oğuz teşekkür ederim.
Çok teşekkür ediyorum. Şimdi saat 6’da salonu terk etme sözü vermiştik. Şimdi salona mikrofonu uzatacağım. Bir buradan, bir de bu taraftan birkaç soru almak istiyorum ve sonra kapatacağız. Söz vereceğim kişiler lütfen önce kendilerini tanıtsınlar, sonra kime ne soracaklarını söylesinler. Sizden başlayalım efendim.
Merhabalar, ben Ünal Azaklıoğulları, nükleer mühendis, danışman, (enerji ve akıllı şehirler).
Şimdi, şu ana kadar katılımcıların söyledikleri gayet ilgimi çeken şeyler. Sayın İshak Alaton’un ve İbrahim Betil’in yaptıklarını da medyadan bir şekilde görüyoruz, takip ediyoruz. Bir şey söylemek istiyorum. Burada merak ve ardından gelen araştırma kültürü, bir yaşam biçimi; bu kaliteli bir eğitimin ardından, zamanla gelen bir şey. Şimdi buradaki toplantıdan zannediyorum benim gibi çok yararlanan diğer kimseler de merak ediyorlar; acaba bu toplantının sonuçlarını İSO, bir toplantı bildirisi halinde veya kitap halinde, yalnızca katılımcılara veyahut da bir şekilde belli bir kesime açık bir belge halinde yayınlayacak mı? Yoksa bu vasatlıktan açılmanın toplumsal bir sorun olduğunun medya ve televizyonlar aracılığıyla topluma yansıtılması konusunda bazı şeyler düşünüldü mü?
Ben son on üç yılımı üniversitede öğretim üyesi olarak geçirdim, dolayısıyla bunun özellikle de üniversitedeki gençlerin farkındalığını arttırmak ve bilincini daha ileri seviyeye ulaştırmak için yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu yönde söylenen sözler içinde bunu bir eksiklik olarak gördüm ve bunu aksettirmek istiyorum.
Erdal Bey’e bu soruyu soralım. Bunun sonuçlarını, burada tartışılanları yayınlayacak mısınız? Evet, tabii ki yayınlanacakmış.
Kısa bir şey söyleyeyim. Bir kere bu kongre, 7-8 aylık bir çalışmanın ürünü. Yaklaşık otuza yakın toplantı, dört çalıştay, üç yüze yakın da bu konu hakkında fikir sahibi insanlarla toplantı yapıldı. Ancak bu kongrenin bir başlangıç olduğunu size söyleyebilirim, biz bir düğmeye basıyoruz ve burada ortaya çıkan sonuçları, 40-50 disiplin altında farklı profesyonel gruplarla paylaşacağız.
Şunu da eklemek istiyorum, deminki konuşmalarda da geçmişti, vasatı bir araya getirdiğiniz zaman oradan yüksek akıl çıkaramazsınız; ortak akılda böyle bir problem vardır. Konulara gerçekten vakıf kişilerle, daha entelektüel bir alanda bu tartışmaları yapıp, bir ana strateji çıkartmak ve bunun için de aynı zamanda bir kamuoyu oluşturmak, tabii ki hedefimiz bu.
İyi akşamlar efendim. Adım Recep Ali Topçu. Adell Armatür ve Vana Fabrikaları yönetim kurulu başkanıyım. Öncelikle Ahilikten konu açıldı, çok kısa bir şey söyleyeyim, sonra da İshak Bey’e bir şey sormak istiyorum.
Ahilik 1207 yılında kurulmuş, dünyanın ilk sivil toplum kuruluşu imiş. Bakın, aslında geriye doğru gittiğimizde, bizim DNA kodlarımızda çok güzel tecrübelerimiz var. Ahi Evran Hazretleri esnaflığın temelini o kadar güzel kuruyor ki, iki günü birbirine eşit olanın zararda olduğunu, vasat devam edenin zararda olduğunu, vasatlığın kayıp olduğunu insanlara, esnaflara, iş adamlarına çok güzel anlatıyor. O anlayışla sayesinde de pabucunu dama attırmayan esnaflar, insanlar yetişiyor; vasat, kötü ürün yapan insanlar da saf dışı edilerek, yenilenme tazelenme devam ediyor.
Bunu söyledikten sonra, İshak Bey’e bir şey sormak istiyorum. İshak Bey gerçekten tüm hayatı boyunca lüzumsuz adamlığa giden yolculukta vasatlığı aşmış, yaşına rağmen dinç kalmış. Güzel bir söz de var bizim toplumumuzda, “dama çıkan merdiveni çekmemeli”, bilgilerini, tecrübelerini paylaşmalı. Yaşına rağmen gelip burada bilgilerini, vasatlığı aşmanın yöntemlerini bizlerle paylaştığı için kendisine çok teşekkür ediyorum. Ben ayrıca bu programa bu içeriğin tespit edilmesine emeği geçenlere de çok teşekkür ediyorum, çünkü bize dokunan, insanlara dokunan bir konu bu.
Şimdi, ben burada İshak Bey’den şunu arzu ediyorum. 87 yaşında olmasına rağmen, bu zindeliği nasıl yakalıyor, bu vasatlığı nasıl aşıyor, özel hayatında, gündelik hayatında nelere dikkat ediyor, nelerle besleniyor sormak istiyorum. Uzun ömürler de diliyorum bu arada, sağlık ve afiyet üzere.
İkinci olarak da, oğulları ve veliahtları bakımından sormak istiyorum. Genellikle biz işletmelerin bir vasat süresi vardır, bir yerde inkıtaya uğrar, gelecek nesiller de çok devam edemezler. Dolayısıyla, çocuklarının işe devamlılığı anlamında, onların yetişmelerinde nelere dikkat ediyorlar, hangi konulara öncelik veriyorlar? Teşekkür ederim.
Şimdi öyle bir mevzu açtı ki sevgili dostumuz, “bir dokun bin ah dinle kase-i fağfurdan”; sabaha kadar ben sizi burada tutarım ama böyle bir eziyete sizi sokmak istemiyorum.
Bakın bu mutluluğun ve enerjinin gerisinde, sorumluluklarından arınma arayışı var. Bakın tekrar ediyorum: Sorumluluklarından arınma, özgürleşme arayışı var. Hayat boyu hep yüklendiğim sorumlulukları yerine getirdikten sonra, insanları eğittikten sonra, eğittiğim insanların en az benim kadar iyi performans gösterdiklerine inandıktan sonra, onları yükümlü kılıp, “al bayrağı sen götür, ben başka işlere yöneleceğim” deyişim var. Altmış beş yaşımda, yani tam 23 yıl önce Üzeyir Garih ortağıma bunu söylediğim zaman, gece uyuyamamış adam. Sabah, “sen ciddi olamazsın” dedi. Ben de dedim ki, “ben lüzumsuz adam olmak istiyorum, ben sorumluluğumu profesyonellere ve yeni kuşağa, ikinci gelen oğlum, kızım ve diğerlerine devrederek, başka yollara, beni daha çok cezbeden yollara gideceğim.”
İşte o arada, Nejat Eczacıbaşı’yla TESEV’i kurmuştum. Hani senin şikayet ettiğin sivil toplum meselesi, ki Türkiye'de ben bunu çok önemli buldum; böylelikle önce TESEV’i kurdum. 20 sene önce George Soros İstanbul'a geldi, onunla Açık Toplum Vakfı’nı kurduk. Açık Toplum Vakfı bugün birçok sivil toplum kuruluşuna maddi destek sağlayan, muhteşem bir kampanya yürüten ve insanları eğiten bir kurum.
Bütün bunları hep, şirketteki, Alarko’daki sorumluluklarımı yeni kuşağa ve profesyonellere devrettikten sonra yapabildim; çünkü vaktim oldu. Zamanla bunu daha da geliştirdim; toplumla ilgili alışverişim, yani fikir teatim gittikçe çoğaldı. Televizyonlarda çok yer almaya başladım; çoğunuz biliyorsunuz. Konferanslarda yer aldım. Biriktirdiğim bilgiyi paylaşmayı çok sevdim. Bakın ortağım bana bir şey öğretti; dedi ki “herkes zanneder ki, insanlar ölürken beraberlerinde hiçbir şey götürmezler. Bu yanlıştır. Beraberlerinde çok önemli bir şey götürürler. O da, biriktirmiş oldukları bilgiyi götürürler. Ona çok yazık. Çünkü bilgi maddiyattan, malzemeden, maddeden daha da kıymetli ve bunu beraberinde götürürken günah işlememenin tek yolu, o bilgiyi paylaşmaktır.” Ben bundan feyiz aldım; hep biriktirdiğim bilgiyi başkalarıyla paylaşmayı çok heyecan verici buldum. Onun için konferanslar, sivil toplum arayışları vs. oldu.
Şimdi kısadan gideyim. Önce lüzumlu adam oldum, kitap öyle dedi; sonra lüzumsuz adam oldum. Çünkü 65 yaşından sonra şirketteki sorumluluklarımdan azat ettim kendimi; yeni yollara doğru çıktım. Seksen yaşından sonra sağlık dalının ne kadar muhteşem bir platform olduğunu anladım ve herkes alışveriş merkezleri, devasa mısır koçanı gibi binalar dikerken inşaatı bıraktım, ki biz inşaatın şahıydık bir zamanlar. Şirketi de razı ettim, “inşaat yapmayalım, onun yerine başka yollarla gidelim,” dedim.
Toparlamak istediğim şey şu; Türkiye’nin geleceği, vasatlıktan kurtuluşu, beynini daha akıllı, daha mantıklı, daha dünyayı kucaklayıcı şekilde kullanmasıyla olacak. Bunun için de yurt dışında müthiş bir potansiyelimiz var. İşte bakın çok önemli bir faktör, hepimiz buna hazır olmalıyız. Yurtdışına 50 yıl öncesinden başlamış binlerce Türk insanı Amerika’ya, Avrupa'ya gitti, orada her biri başlı başına bir kıymet oldu. Bakın burada Ahmet Lokur diye bir adam Alman vatandaşı oldu. Ben diyorum ki “bırak Alman vatandaşlığını, gel Türkiye'de iş yap. Yani Türkiye'yi kalkındıralım, Almanya kâfi derece kalkındı.”
Demek istediğim, yurt dışındaki bu binlerce insanı da Türkiye'ye davet edecek şekilde bir sanayi devrimi yaratabilirsek, ki bu da Adnan'ın sorumluluğu içindedir, planlanacak bir olaydır, vasatlıktan kurtulmanın yolunu bulmuş oluruz. Bu yol, yurtdışındaki beyinlerimizi ülkeye davet etmekten geçer. Bununla noktalıyorum.
Böyle bir şansı bana ve ülkemize verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Ben İtalyan hükümeti özel bursunu kazandım. Annemin sulu gözüne kanarak Türkiye'de kaldım ve sefilleri aratacak, kapkalın bir roman yazacak bir hayat yaşadım.
Önemli olan ülkenin toprak altındaki zenginlikleri değil, İshak Alaton bey gibi çok değerli insanlarıdır. Japonlar bugün en küçük bir maden zenginliğine sahip olmadıkları halde, dünyanın bütün madenlerini, bütün zenginliklerini çok güzel bir şekilde hayatları içerisinde kullanmaktadır.
Şu anda ben toplumumuza ve baştaki vekillerimize ve buradaki eski milletvekilimize iletmek istiyorum ki, çok, çok özür diliyorum, doktor olduğum için, üç fakülte bitirdiğim için. Mikrobiyoloji okudum ben, eğitim sistemimizin %98,9’u inanılmaz bir şekilde, akıl beyin havsala almayacak şekilde, mide bulandırıcı, kusmuk boş bilgiyle dolu. Lütfen NatGeo Wild'ı izleyin. Orada aslanları, kaplanları, hayvanları izleyin; hayvan insandan daha mı aşağı bir varlık? Bir çita ne öğretiyor yavrusuna? Avlanmayı öğretiyor. Daha oyun çağındayken; küçücük, bir iki aylıkken atlamayı, sıçramayı, avlanmayı öğreniyor. Peki, ilkokuldaki küçücük öğrencilerimize biz ne öğretiyoruz? O meclisteki 550 tane büyüğümüz, o küçücük ilkokul öğrencilerine öğrettikleri bilginin onda birini değil, yüzde birini biliyorlarsa, ben üç tane diplomamı yırtıp çöpe atacağım.
Lütfen önce Türkiye'mizi bu içinde bulunduğu mide bulundurucu, kusmuk eğitim sisteminden kurtaralım. Türkiye'nin bir numaralı sorunu Kürt sorunu değil, zenginlik sorunu değil, sanayi sorunu değil, eğitim sorunudur. Bu eğitim sorununu aşalım.
Hukuk adamlarımıza bakın. Mahkemelerde “utanmıyor musunuz?” diye Vural Savaş’a sordum. “Mahkemelerin aylarca yıllarca sürmesinden utanmıyor musunuz?” dedim. Vural Bey bana aynen şunu söyledi: “Evladım,” dedi, “ben utanıyorum; o yüzden istifa ettim.” Bu baştaki insanlar yargı sisteminin çözülmesini, hakimlerin avukatların çoğalmasını, bu sorunların çözülmesini istemiyorlar.
Fazla da uzatmak istemiyorum. Hepinize saygılar duyuyorum, İshak Bey’in ellerinden öpüyorum; dedemi karşımda görüyorum. Hepinize saygılar, hürmetler sunuyorum.
Benim de yaşıma verin. Eğer şu anda ben de oraya geçmiş olsaydım, İshak ağabeyimizle Betil kardeşimizin arasına oturmam icap ederdi. Bu arada ben önce İshak Alaton ağabeyimize sormak isterdim kısaca. Ama şu anda son konuşmacı, sual soran arkadaşımız hepsini aldı götürdü, kendisine teşekkür ediyorum.
Burada mühim olan şudur. Ben de 58 senelik teknik üniversite mezunuyum. Alarko grubunun kurucusu olan rahmetli meslektaş ağabeyimiz Üzeyir Garih ile çok yakından tanıştığımız için, hatta o firmaya bazı hizmetlerimiz de olduğu için kendilerini kutluyorum.
Bu arada vasatlık derken, niye şu andaki bir Alarko grubu hala vasatlığın altında başka yönlere girmiştir. Bunun kısaca açıklaması şudur. Yukarıdaki sanayi resimlerini gördüğümüz zaman, üzülerek görüyoruz, orada bir tek bir yerde araba yapımı çalışması vardır: Devrim otomobili. Devrim otomobilinin orada teşhir edilmesi, bir nevi yüz karasıdır. Ben şahsen üzülmüştüm. O arabaların yapımında da benim de bizzat ailece hizmetim geçmiştir; bunların dertleşmesi, Türkiye'nin vasatlığını göstermektedir.
Eğitim maalesef bugüne kadar istenen düzeye gelememiştir. 1970’li yıllarda ilk defa sanayi ve üniversite işbirliği içinde üç mühendis olarak oluşturulan grupta vazife almış bir arkadaşınızım. Maalesef o da daha o zaman akamete uğramıştır. Halen de yerine oturamamış bir konudur. Mühim olan budur.
Sevgili dostumuzu kısaca cevaplandırayım. Çünkü Üzeyir Garih'e refere oldular, müteveffa ortağım; Alarko’dan bahsettiler. Ben de burada Alarko’nun propagandasını yapmak durumunda değilim ama vasatlıktan kurtulmaya çok çalışan şirketler içinde Alarko’nun olduğunu bilmenizi istiyorum hepinizin.
Biz mesela Konya’da enerji dağıtımı yapıyoruz. Bunun yanında, güneşe ben şahsen şirketi de razı ettim ve 2200 dönüm üzerinde yüz milyon avroluk büyük güneş enerjisi tarlaları kurmayı planladık. Planlar hazır. Araziyi satın aldı şirket ve fakat yatırıma geçemiyoruz. Çünkü kurallar, Ankara’nın bize empoze ettiği demir gömlek, öyle güneş enerjisi karşıtı ki içinden çıkmak mümkün değil. Hem kurallar var, hem onlar tatbik edilmiyor ve bu arada biz sadece frene basmış bir araba gibi bekleyip duruyoruz. Türkiye'nin zafiyetlerinin belki en başında, bürokrasinin Türkiye'nin gerçeklerini göremeyecek kadar mesafeli davranması geliyor.
Onun için size kısa cevabım şöyle olacak. Biz çok geleceğe dönük ve sıradışı bir zihniyete sahibiz Alarko’da. Ama ne çare ki devletin empoze ettiği kurallar çok mantık dışı diyebilirim, özellikle güneş enerjisi için.
Ben şahsen, Türkiye'nin geleceğinin aynen Almanya gibi güneş enerjisinde olduğuna çok inanıyorum. Almanya bugün ihtiyacının %22’sini güneşten temin ediyor ve düşünün ki Türkiye'nin güneşi Almanya'dan neredeyse iki misli verimli. Fakat buna rağmen Türkiye, Almanya'nın binde biri kadar bile güneş enerjisine yatırım yapamadı. Yapamayışının gerisinde de, Ankara’daki şahsın, yani politikacının buna önem vermeyişi var ve biz bunun için çok uğraştık millet meclisinde. Fakat derdimizi anlatamıyoruz. Güneş enerjisinin Türkiye'nin geleceğinde ne kadar önemli bir yer olduğunu anlatamamanın ıstırabını burada sizinle paylaşıyorum.
Ben önce teşekkür ediyorum düzenleyicilere çok iyi bir konuşmacı getirdikleri için, Çin'den genç bir hanım. İnşallah ilerde ülkemizde altı tane beyaz saçlı, beyaz sakallı erkeğin arasına oturup bu konuda beyanda bulunacak kadınlar da ortaya çıkmasını diliyorum.
Bir şey daha eklemek istiyorum. Bence ülkemizde çok sayıda vasat olmayan insan var ve bunlar gençler. Çok da iyi bir eğitim alıyorlar. Ben sizinle hemfikir değilim; eğitim sistemimizin kötü olduğunu da düşünmüyorum. Gençler çok iyi bir eğitim alıyorlar ve sorgulayıcılar. Hiçbir şeyi de kabul etmiyorlar; isyan ediyorlar, karşı çıkıyorlar, başka şeyler de talep ediyorlar ama biz böyle bir insan tipine hazır değiliz. Böyle bir insan tipine hazır olmadığımız için, o parlak gençlerimizin hepsinin gözü yurtdışında. En iyi beyinlerimizi vasat olmayan, vasattan en uzakta olan, en akıllı, en iyi yetişmiş gençlerimizi yurt dışına yolluyoruz. Ondan sonra bir yatırım yaptığımız zaman, maalesef o gençleri Türkiye'de değil; İtalya’da, Hollanda’da buluyoruz. Bu insanları tutabilmek istiyorsak değişmemiz gerekiyor.
Çok teşekkür ediyoruz. Başka soru yok, kapatıyorum. Sevgili Yılmaz Erdoğan, “Sen Hiç Ateş Böceği Gördün Mü?” oyununda bir şey diyor. “Edison, doğayı yendi; üstelik kendi sahasında. Biz o sıra Ediz Hun filmleri izliyorduk, pek ilgilenemedik.”
Şimdi, bir gelişmeden söz etmek istiyorum. Bundan bir yıl önce, meşhur Terminatör filminin aynı zamanda Titanic'in ve Avatar'ın yapımcısı David Cameron ile Google'ın eski CEO'su bir araya geldi, derin uzay madenciliği yapacaklar. Bu şirket kurulalı bir yıl oldu. Onların sanayi odasına bağlıdır büyük ihtimalle. Mars'a kadar gidip, gezegenlere, uydulara gidip maden alıp buraya getirecekler. Oraya gidip gelmek için de pi sayısını virgülden sonra 23 hane almak gerekiyor. Pi sayısını 3 alan bir toplumla bu işler biraz zor.
Burada hepimiz vasatlığın kötü bir şey olduğu, geri bıraktığı, öldürdüğü, madencimizi de öldürdüğü bilgisine ikna olduk. Sibernetiğin kurucusu Ebû'l İz El Cezeri, yani Cizreli İsmail der ki, “hayata geçirilmemiş her bilgi, doğru ile yanlış arasında bir yerdedir.” Madem buna ikna oldunuz, şimdi buradan çıkıp hayata geçirmek için hepiniz lütfen bir şeyler yapın diyorum ve Erdal Bahçıvan'ı ve ekibini vasatlığı Türkiye'nin gündemine getirdiği için tebrik ediyorum. Bütün katılımcılara katılımlarından dolayı teşekkür ediyorum. Sabrınız için sizlere de teşekkür ediyorum.