Hepinizi şahsım ve İstanbul Sanayi Odası Meclisi Başkanlık Divanı adına saygıyla selamlıyorum.
Bu yılki kongremizin teması ve iddiası son derece yüksek: 21. Yüzyıl’la Büyük Yüzleşme/Vasatlık ve Çıkış Yolları.
Ben, şu kısa sürede engin fikirleriyle bizleri bilgilendirmeyi değerli konuşmacılarımıza bırakıp, İstanbul Sanayi Odası’nın Meclis Başkanı, 57 yıllık sanayi geleneği olan bir grubun temsilcisi ve bir iş kadını olarak konuya farklı bir pencereden bakmak istiyorum.
Türkiye, pek çok küresel veride ortalama bir ülke. Dünyanın zenginliğinden, ancak dünya nüfusundan aldığımız pay kadar pay alıyoruz. Demokrasi ve özgürlükler gibi alanlarda bazen hak etmediğimiz kadar olumsuz değerlendirildiğimizi düşünsem de, Türkiye’nin pek çok gelişmişlik göstergesinde “ortalama ülkeler” arasında olduğunu kabul etmemiz lazım.
Bence bugün, yaşadığımız asırla yüzleşirken sorulması gereken soru “Niye yapmadık” değil, “Nasıl yaparız” olmalıdır. Çünkü insan suya düştüğü için değil, çıkamadığı için boğulur. Vasatlık, sudan çıkma yollarını aramamaktır.
Peki Türkiye vasat mıdır?
Türkiye, 820 milyar dolarlık bir ekonomi haline geldiği halde bütün dünyada tanınan markalar çıkaramadığı için vasattır.
Türkiye, ortalama geliri 30 bin doları aşkın 500 milyon insanın yaşadığı Avrupa Birliği gibi bir büyük pazar yanı başındayken, ihracatının sadece yüzde 3’ü ileri teknoloji ürünlerden oluştuğu ve bu yüzden sürekli azgelişmişlerin sert rekabetine maruz kaldığı için vasattır.
Türkiye, Avrupa’nın en dinamik demografisine sahipken, bu dinamiği iyi yönetemediği için, nüfusun ortalama eğitim seviyesi 6.5 yılı aşamadığı için vasattır.
Türkiye, kadınlarının sadece yüzde 30’unu işgücü piyasasına dahil edebildiği için vasattır.
Türkiye, dijital çağa girerken en hızlı internet kullanan ülkeler arasında 61’inci, en pahalı internet kullanan ülkeler arasında ise 3’üncü sırada olduğu için vasattır.
Türkiye, tasarruflarının milli gelirine oranının yüzde 12.6’ya kadar düşmesinden dolayı vasattır.
Türkiye, geçmişe oranla ciddi yönlendirme ve teşvik varken AR-GE’ye milli gelirinin yüzde 1’inden daha az bütçe ayırabildiği ve inovasyon kapasitesini geliştirmek adına daha hızlı adımlar atmadığı için vasattır.
Ve Türkiye, sanayileşmeyi yeterince özendiremediği için vasattır.
Peki Türkiye vasat bir ülke olmayı hak etmekte midir?
Bu sorunun yanıtı çok net olarak hayırdır. Türk yöneticiler, küresel şirketlerin başına geçebiliyorsa, Forbes’un En Başarılı 500 Şirket listesine giren şirketlerin sayısı artıyorsa, Türkiye dünya müteahhitler ligine en çok şirketi giren ikinci ülke koltuğuna oturabiliyorsa, binlerce doktorumuz, tıp dünyasının saygın isimleri arasında sayılıyorsa, sanatçılarımız ve edebiyatçılarımız, Nobel alabiliyor, kitapları pek çok dile çevriliyorsa, girişim becerisi yüksek, dinamik bir nüfusumuz varsa ve dünyayı saran ekonomik krizlere rağmen son 12 yılda istikrarlı bir büyüme ve kalkınma hamlesi yürütebiliyorsa, böyle bir ülkenin insanları vasatlığı hak etmemektedir.
Bugün sürdürülebilir büyüme yolunda Türkiye’yi diğer gelişmekte olan ülkelerden ayrıştıran dört önemli dezavantajı var:
Biz, 2001 krizinden sonra gösterdiğimiz büyük performansla 8 yıl önce orta üst gelir grubu ülkeler arasında girdik. Çin, Tayland, Meksika, Bulgaristan, Macaristan, Polonya gibi ülkelerle birlikte henüz orta gelir tuzağına düşmemiş ülkeler arasındayız. Orta Vadeli Programa göre 2015 yılından sonra 12 bin doları aşıp yüksek gelirli ekonomiler ligine ilk adımı atmış olacağız. Asıl mücadele bu noktada başlıyor.
Mesela Everest Dağı’na tırmanmak için yola çıktığınızı düşünün, 5 bin ila 6 bin metre yükseklikte yer alan kamp alanlarına sizi nispeten zorlayacak bir trekking parkurunu aşarak ulaşabilirsiniz. Önünüzde yaklaşık 3 bin metrelik bir bölüm kalmıştır. Geldiğiniz yolun yarısı kadardır mesafe. Ama dik kayalıklar, sarp yamaçlar ve buzullar beklemektedir sizi. Aşılması zor olan işte o mesafedir.
Türkiye’nin de orta gelir tuzağına takılmamak, sürdürülebilir büyüme için ihtiyacımız olan kaynağı sağlamaya devam etmek için iyi bir eğitim sistemine, yüksek teknolojik donanıma, cesarete, kararlılığa ve rahmetli Özal’ın deyimiyle “çağ atlamak” için, yapılan ve yapılmakta olan reformlarla çekim merkezi olmaya ihtiyacı var.
Stratejimizi doğru belirlemeliyiz.
Yaşadığımız coğrafyada, sanayi kültürüne sahip ender ülkelerden biri olarak, topraklarımızın doğusunda kalan ülkelerin Almanya’sı olmalıyız belki de. Bunu başarmak için zengin doğal kaynaklara sahip değiliz.
Ama bizim en büyük zenginliğimiz genç nüfusumuz ve adaptasyon gücü yüksek insan kaynağımızdır. Öncelikle bu kaynağı iyi beslemeli, çağın gerektirdiği bilgilerle donatmalı, doğru yönlendirmeliyiz. Sahip olduğumuz demografik fırsat penceresini kaçırmadan zamanı, parayı ve insanımızı en iyi şekilde değerlendirmeliyiz.
Bugün küresel ekonomide kartların yeniden dağıtıldığı bir dönemden geçiyoruz. Amerika, Avrupa Birliği, Çin, Japonya ekonomiyi canlandırmak adına önemli hamlelere imza atıyor, gelişmekte olan ülkelerde ortalama büyüme yüzde 5-6 bandına oturdu. Dünyada büyümenin finansmanı da, üretim merkezlerinin niteliği de, küresel ticaretin trafiği de şaşırtıcı bir hızla değişiyor. Böyle bir konjonktürde, iç ve dış dinamikler bize, yeni bir adaptasyon atağına geçmemiz konusunda dayatmada bulunuyor.
2000’li yıllarda faktöre dayalı bir ekonomiden etkinliğe dayalı bir ekonomiye geçişi, cari açık sorununa rağmen başarıyla yöneten Türkiye’nin bugün yenilikçi ekonomiye geçerken yeni bir oyun planına ihtiyacı var.
Türkiye büyüyen ve daha da hızlı büyümek isteyen bir ülke.
Bu dönemi, yani yenilikçi ekonomiye geçiş dönemini, çocuklarının ergenlikten yetişkinliğe geçişini şefkat ve dikkatle yöneten anneler gibi yönetmemiz lazım. Bir yandan siyasi, ekonomik ve sosyal reformlarla Türkiye’yi bir çekim merkezi haline getirirken, koşut olarak demokratik standartlarımızı yükselterek büyümeliyiz.
Özellikle finans sektöründe zamanında doğru adımlar atıldığı, gerekli reformlar yapıldığı, acı ilaç içildiği için, Türkiye, dünyayı sarsan son finansal krizden en az etkilenen ülkelerden biri oldu.
Geçmişte kamu maliyesi, sosyal güvenlik, sağlık ve bankacılık alanında gerçekleştirdiğimiz önemli reformlar, gelişme çıtasını yükseltirken, bu performansı diğer alanlara yayma beceri ve kararlılığımızı korumalıyız.
Biliyoruz ki, iyi şeylere ulaşmak zor, kopyacılık ve vasatlık ise kolaydır.
Bugün, vasatın egemen olduğu ülkeler ile yüksek medeniyet seviyesini yakalamış olan ülkeler arasındaki farkı net olarak görüyoruz. Unutmayalım ki, “İki günü eşit olan zarardadır”. En iyiler arasına girme ve orada kalma süreci bir maratondur.
Bu ülkenin insanı bu ipi göğüsler ve zirveye ulaşır. Buna hiç ama hiç kuşkumuz yok.
Sabrınız için teşekkür ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.